Rollo May Freedom and Destiny (Özgürlük ve Verili Yaşam Örüntüsü) İnsanın Verili Yaşam Örüntüsü Üzerine 5.1
- Okunduğu Gibi
- 5 Ara
- 6 dakikada okunur
5. İnsanın Verili Yaşam Örüntüsü (Kaderi) Üzerine - Determinizmden Verili Yaşam Örüntüsüne
Rollo May'in Freedom ve Destiny (Özgürlük ve Verili Yaşam Örüntüsü) kitabının Özgürlüğün Krizi adlı ilk başlığının 5. alt başlığına geldik. Başlığın adı İnsanın Kaderi Üzerine. Bence çok geç kalmış bir başlık. Rollo May kitabın bu aşamasına gelene kadar "destiny" kavramını defalarca kullandı. Ben de bu başlığın 3 alt başlığında bu konu hakkındaki yorumlarımı uzun uzun yaptım. Bu yüzden uzun bir yazı oldu. Ben de her bir alt başlığı ayrı ayrı ele almaya karar verdim.
Artık bu yazıdan itibaren tüm kader / destiny gördüğüm yerlerde "verili yaşam örüntüsü" yada "verili örüntü" olarak kullanacağım.
5. İnsanın Kaderi Üzerine
a. Determinizmden Verili Yaşam Örüntüsüne (Kadere)
b. Verili Yaşam Örüntüsü (Kader) Nedir
c. Verili Yaşam Örüntüsü (Kader) ve Sorumluluk
sayfa 109
“Özgür insan, keyfi ve kaprisli bir iradeyle değil, irade eden kişidir… O, yazgıya inanır ve yazgının kendisine ihtiyaç duyduğuna da inanır… Küçük, eşyalar ve içgüdüler tarafından yönlendirilen dar iradesini; kendisi için yazgısal olan varoluşa doğru yönelen büyük iradeye feda etmelidir.” — Martin Buber
“Nasıl özgürlük ile yazgı birbirleriyle ilişkiliyse, aynı şekilde keyfi irade ile kör kader de birbirine bağlıdır. Ancak özgürlük ve yazgı birbirine ciddi biçimde söz verilmiştir ve anlamca birbirine bağlıdır.” — Martin Buber
“Mecazî olarak, özgürlüğün özü, size uygun olan ve sizin de ona uygun olduğunuz zincirleri kabul etmektir; sizin tarafınızdan seçilmiş ve değer verilmiş bir amaca doğru çektiğiniz koşum takımını kabul etmektir. Özgürlük; sınırsızlık, yükümlülüklerden, kurallardan ve görevden azade olma hali değildir ve asla olamaz.” — Bronisław Malinowski
sayfa 110
Özgürlük ve belirlenmişlik birbirlerini doğurur. Özgürlükteki her ilerleme, yeni bir belirlenmişlik yaratır; belirlenmişlikteki her ilerleme ise yeni bir özgürlük doğurur. Özgürlük, belirlenmişliğin daha büyük bir çemberinin içindeki bir çemberdir; ve o belirlenmişlik çemberi de daha büyük bir özgürlük çemberiyle çevrilidir. Ve bu döngü böyle sonsuza dek sürer.
Yorumum
Bu tespiti somutlaştırmak gerçekten güç. Belirlenmişlik, nedensellik ya da determinizm adına ne dersek diyelim, tümü “kaçınılmaz olanı” çağrıştırıyor. Öyle şartlar öyle bir araya gelir ki, bu sebepler zinciri belirli sonuçlara yol açar. Biz de, bu sonuçlardan biriyiz. Bizden önce domino taşları öyle dizilmiştir ki, sıra bize geldiğinde kendi rolümüzü oynarız.
Fakat Rollo May bu noktada kritik bir tespit yapıyor: “Eğer bu deterministik durumu fark edersen, özgürlük alanın genişler.” diyor. Yani artık sıradan bir domino taşı olmaktan çıkıp inisiyatif alan, durup düşünen, seçim yapan, kararlarıyla yeni sonuçlar üreten biri olabilirsin. Sebep–sonuç zincirinde sadece sonuç değil, bir noktada yeni bir sonucun sebebi olmayı tercih edebilirsin.
Burada takıldığım nokta şu: Özgürlüğünü keşfettiğin anda nasıl oluyor da “yeni bir determinizm” devreye giriyor? Bir sonraki büyük çember nasıl oluşuyor?
Bunu anlamakta zorlanıyorum. Labirentte olduğunun farkına varıyor, çıkışı buluyor ve özgürlüğünü ilan ediyorsun… ama dışarı çıktığında aslında daha büyük bir labirentin içinde olduğunu mu anlıyorsun? Bu benzetme belki doğru olabilir. Belki de mesele, verili yaşam örüntüsünün düşündüğümüzden çok daha geniş bir alanı kapladığını fark etmekle ilgilidir.
Özgürlük için üç ön koşuldan bahsetmiştik:
Akıl/Bilinç: Ne yaptığının farkında olmak
Özgür İrade: Eylemi kendi isteğinle seçmek
Yetki/Yeterlik: O eylemi gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip olmak
O hâlde, belirlenmişlik ve özgürlüğü ele alırken özgürlüğün hangi boyutunun daha baskın olduğunu düşünmeliyiz. Bana göre, verili örüntüyü gördüğünde aslında hangi konularda irade sahibi olabileceğinin de sınırlarını görürsün. Özgürlüğünün hiçbir zaman sınırsız olmadığını fark edersin. Bazılarımızın daha geniş bir hareket alanı olabilir, fakat dünyaya gelen herkes kendi belirlenmiş örüntüsüyle, kendi sınırlarıyla yaşar.
İşte bu görüş açıklığı insana şunu sağlar: “İçinde bulunduğum dünyayı net bir şekilde görüyorum. Bana verilmiş olanların hangi kısmı üzerinde hâkimiyet kurabileceğimi biliyorum.”
Verili bir yaşam demek, hayatın tamamının değiştirilemez olduğu anlamına gelmez. Elbette bazı konularda hâkimiyetimiz yoktur: Genetik yapımızı değiştiremeyiz, doğuştan gelen bir engeli ya da zekâ seviyemizi keyfimize göre yeniden düzenleyemeyiz. Ama her şey böyle değildir. Sermayemizi artırabiliriz, yaşadığımız kültürü beğenmiyorsak başka bir yere taşınabilir, dinimizi ya da milliyetimizi değiştirebiliriz. Hatta bize zarar veren ailemizden belli bir yaştan sonra kopabiliriz. Yani değiştiremeyeceğimiz şeyler kadar değiştirebileceklerimiz de var.
Yani belirlenmiş bir hayat yaşıyoruz diye, onun tümü üzerinde etkide bulunamayacağımız anlamına gelmez. Tamamen köle değiliz. Bazı şeyleri değiştirme gücüne sahibiz. Asıl mesele, neyi değiştirebileceğimizi ve neyi değiştiremeyeceğimizi fark etmektir. Bu sayede özgürlüğümüzün sınırlarını görür, hangi alanlarda gerçekten söz sahibi olabileceğimizi anlarız.
Sonuç olarak mesele, labirentten çıkıp nerede olduğumuzu görebilmektir. Bir hapishanede bile olsak, eğer hapishanede olduğumuzun farkında değilsek yalan bir hayat yaşıyoruz demektir. Hep Truman Show filmi gelir aklıma: İstediğin kadar özgürmüş gibi davran; eğer sınırlarının ne olduğunu bilmiyorsan yaşadığın şey özgürlük değil, sadece kendini kandırmaktır.
sayfa 112
Sabahın ilerleyen saatlerinde, o dizelerin nereden geldiğini hatırladım. Edgar Allan Poe’nun “The Raven” (Kuzgun) adlı şiirinin bir kıtasının son iki satırıydı. Her okul çocuğunun bildiği (ama büyüdükçe unuttuğu) gibi, şiirin sahnesi Poe’nun odası, gece yarısıdır. Poe, yalnızlık ve yabancılaşma duygularıyla boğulmuş halde ve muhtemelen uyuşturucu etkisi altındayken, odasına girip pencere pervazına konan bu kuzgunla konuşur. Poe, zamanla bu garip yaratığa karşı bir yakınlık hissetmeye başlar ve söz konusu dizelerde dile geldiği gibi, kuşun onu terk edeceğinden korkar: “Yarın beni bırakıp gidecek.” Fakat kuzgun, şiirin yarısında olduğu gibi, yine tek kelimeyle yanıt verir: “Nevermore” (Bir daha asla).
Bir psikanalist olarak, bu 'bir daha asla (nevermore)' kelimesinin önemini düşünmeye karşı koyamadım. Acaba bu, insan paradoksundan bir daha asla kaçamayacağımız anlamına mı geliyor? Yani, yeni içgörüler, yeni vizyonlar edinecek kadar özgürlük kazandığımızda, özgürlüğe bir gölge gibi eşlik eden kaygı tarafından saldırıya uğrayacağımız anlamına mı? Yeni düşüncelerimizi apatiyle ya da dogmatizmle engelleyebilir, hiç kimseyi üzmeyen denenmiş ve doğru fikirlere tutunabiliriz. Ancak hangi inkâr biçimini seçersek seçelim, bu 'bir daha asla' şunu söylüyor: Bu insan paradoksundan asla tamamen kurtulamayacağız: Her yeni fikrin varsaydığı özgürlükle birlikte, bize azap vermek için eşdeğer bir kaygı da gelir. Özgür olmamız ama aynı anda verili yaşam örüntülü (kaderli) olmamız, insan olmanın hem laneti hem de nimetidir. Fakat aynı zamanda, bu kara kuşun (Kuzgun) bir parçası olduğu bu ‘verili yaşam örüntüsü’ ('kader'), yardımcı bir şey de söylüyor: Poe'nun deneyimlediği gibi, onun varlığı bizi 'bir daha asla' terk etmeyecek.
Yorumum
Bizler verili koşullar içinde yaşıyoruz ve bu koşullar, örüntü, zorunluluk adına dersek diyelim bir çember gibi sınırlandırıyor bizi. Kendi kişisel tercihlerimizle bu çemberin biraz dışına çıkabilir ya da biraz içine ilerleyebiliyoruz; fakat her zaman bu çemberin sınırlarında dolaşıyoruz. İşte tam bu noktada, bu sınırları görmek bize çevrili olduğumuz duvarların ötesine geçme ihtimali doğuruyor. Zira o duvarları hiç fark etmeme ihtimalimiz de var. Tıpkı Truman Showdaki karakter gibi… Duvarları görmek, onları aşma olanağını da beraberinde getiriyor.
Duvarın ötesine geçtiğimizde bir bilinmezliğe adım atmış oluyoruz. Bu bilinmezlik doğal olarak korkutucu. Belki duvarın içinde sıkışmıştık ama o duvar bizi bir yandan da koruyordu. Şimdi duvarı aştığımızda daha özgürüz, fakat aynı zamanda daha büyük bir korkuyla da karşı karşıyayız. Yine de, ne kadar korkutucu olursa olsun, potansiyelimizi yaşamamıza izin vermeyen o duvardan kurtulmak temel amaç olmalı. Aksi hâlde, yaşayabileceğimiz onlarca, yüzlerce, belki binlerce farklı yaşam olasılığını hiç denemeden ölüp gitme riskimiz var. En azından denemek zorundayız.
Dindar bilinç insanı kaygıdan kurtarıyor; çünkü asıl gerçeği görmenin getirdiği korku, kaygı ve çaresizlik hissi ağır. Ölüm, yalnızlık, adaletsizlik gibi çıplak gerçekler insanı kolayca apatik (edilgen, durağan) hâle getirebiliyor. Öleceğini bilerek yaşamak; bu dünyaya yalnızca bir kez geleceğini fark etmek; içinde bulunduğun koşullar üzerinde tam bir etkiye sahip olamamak insana hem anlamsız hem de acımasız gelebiliyor. Neden bir başkası sağlıklı, zengin ve mutlu bir ailede doğarken ben sağlıksız, yoksul ve mutsuz bir dünyaya doğuyorum? Bu adaletsizliğin bir açıklaması olmalı gibi gelir, fakat yoktur. Bu değiştirilemeyen bir gerçekliktir. Evet, seçmediğin bu dünya sana bunları sundu ve evet, bu adaletsiz. Eğer bu adaletsizlik karşısında saatlerce, günlerce hatta yıllarca ağlamak istiyorsan ağlayabilirsin—ömrün boyunca da sürebilir. Ama değişmeyecek.
Bunun yerine verili koşulları olduğu gibi kabul edip durumu tüm acı gerçekliğiyle görmek ve ona göre pozisyon almak daha doğru. Evet, öleceksin; evet, haksızlığa uğramış gibi hissedeceksin; evet, adaletsiz bir düzenin içindesin. Fakat bunların üzerinde belirli bir noktaya kadar hâkimiyetin yok. Yine de toplama kampında mahkûm edilen bir insanın yaptığını yapmak mümkün: Fiziksel olarak tutsak olsan bile aklını tutsak edemezler. Fiziksel olarak esir olabilirsin ama bakış açını değiştirerek özgürleşebilirsin.
Bu bir çeşit “kendini kandırma” mıdır? Muhtemelen öyle. Ama alternatifin ne? Eğer bu dünyaya armut ağacı olarak gelmişsen, az ilerde duran kiraz ağacı olmaya çalışmanın bir anlamı var mı? Yapabileceğin tek şey, olabileceğin en iyi armut ağacı olmak. Bir başkası çimen olabilir, kelebek olabilir, kertenkele ya da zürafa olabilir… Hiçbirimiz ideal şartlarda dünyaya gelmiyoruz. Hepimiz başkalarının hayatlarına öykünebiliriz; fakat esas olan, verili yaşamın ne olduğunu görmek ve buna göre pozisyon almaktır. Kendi potansiyelimizin tamamını hayata geçirmeye çalışmaktır.
a. Determinizmden Verili Yaşam Örüntüsüne (Kadere)
sayfa 115
Belirlenmişlikten (determinismden) verili yaşam örüntüsüne (destiny’e) doğru radikal dönüşüm, kişinin kendisine ne olduğunu bilinçli olarak fark ettiğinde gerçekleşir. Bilincin varlığı, insanın kendi verili yaşam örüntüsüne nasıl karşılık vereceğinin ortaya çıktığı bağlamı yaratır.
Yorumum
Açıkçası tüm bu anlattıklarını Rollo May’in kitabın en başında açıklaması gerekirdi. Şu anda 115. sayfadayız ve May kitap boyunca “destiny” kavramını onlarca kez kullandı; ancak “destiny” derken tam olarak neyi kastettiğini söylemedi. Biz ise kader anlamındaki bu terime ne anlam yüklediğini bilmeden 115 sayfa okumuş olduk.
Daha önce de belirttiğim gibi, “destiny” kelimesi ilk geçtiği anda bunun ne anlama geldiğini çözmem gerektiğini hissetmiş ve kendi içimde bir tanım üretmiştim. O zamandan beri kitabı da bu tanım üzerinden okuyorum. Şimdiye kadar anlattıklarımın temelinde de bu “verili yaşam örüntüsü” yorumu vardı.
Gelelim bu alıntıya… May burada, benim “verili yaşam örüntüsü” diye çevirdiğim, onun “destiny” dediği şey ile nedensellik arasındaki farkın bilinçlilik düzeyi ile ilgili olduğunu söylüyor. Yani mesele, farkına varmak ve farkında olduğunun farkında olmak.
Kısacası daha önce defalarca vurguladığımız noktaya geri dönüyor: Bizler, kaçınılmaz olanı yaşayan bilinçli varlıklarız. Hayatımızın belirli bir noktasına kadar yaşadığımız şeyler üzerinde karar alma gücümüz yoktur. Ancak bir yerden sonra —en azından belirli sınırlar içinde— ipleri elimize alma, kendi yönümüzü seçme ve tercih yapma imkânı ortaya çıkar.









Yorumlar