top of page

Rollo May Freedom and Destiny: Özgürlüğün Krizi ve Tek Adamın Yolculuğu 2.1 (Yaşamın Verili Örüntüsü)

Normalde Rollo May'in Freedom ve Destiny kitabının 13 alt başlığını 13 ayrı yazıda yayınlamayı planlamıştım ama olmadı. Yazdığım yazı o kadar uzun ki Tek Adamın Yalnızlığı alt başlığını 3 ayrı yazıda ele almayı uygun gördüm.

2.1 – Terk Edilme Korkusu - Kaderin Kabul Edilmesi

2.2 – Özgürlüğe Giden yol Olarak Öfke

2.3 – Yeşil Mavi Delikanlı - Yalnızlık ve Yeniden doğum

2. başlığa geçiyorum. Tek Adamın Yolculuğu. Kitabın en fazla alt başlığa sahip bölümü. 

a. Terk edilme Korkusu

Sayfa 46

Böylece Philip, dünyadaki ilk yıllarını son derece öngörülemez iki kadınla baş etmeyi öğrenerek geçirdi. Gerçekten de, kadınları yalnızca kurtarması gerektiğini değil, aynı zamanda özellikle en dengesiz davrandıkları zamanlarda onların yanında durmanın hayatındaki temel görevlerinden biri olduğunu kaçınılmaz biçimde benliğine işlemiş olmalıydı. Bu nedenle Philip için yaşamın özgür olması beklenemezdi; aksine, hayat onun için sürekli tetikte olmayı, sürekli nöbette durmayı gerektirecekti.

Sayfa 47

Onun özgürleşememesinin bir başka nedeni de kadına karşı duyduğu sorumluluk duygusuydu; çocukluk yıllarında hayatta kalması, annesine ve kız kardeşine nasıl karşılık verdiğine bağlı olmuştu. Önceki iki evliliğinin de, “ona ihtiyaç duyan” kadınlarla olması tesadüf değildi. Kadınlara bakma konusunda güçlü bir görev duygusu taşıyordu; kadınlar ne kadar dengesiz davranırsa, onlara karşı sorumluluk alma ihtiyacı o kadar artıyordu.

Yorumum

Philip’in hikâyesiyle benim çocukluğum arasında pek bir benzerlik yok. O bambaşka bir çocukluk geçirmiş, ben ise farklı bir yolculuktan geçtim. Ama burada önemli bir nokta var: O da tıpkı birçok insan gibi özgür olabilecek biri değildi. Ben, özgürlüğün eskiden sahip olup sonra kaybettiğimiz bir şey olmadığı kanaatindeyim. Daha açık söylersem: İnsan doğuştan özgür doğar ama sonradan bu özgürlüğünü kaybeder fikrine karşıyım. Bana göre doğuştan getirdiğimiz yalnızca özgür olma potansiyeli; fakat bu potansiyel ancak belirli koşullar sağlandığında ortaya çıkabiliyor.

Bu durumu ergenliğe benzetmek mümkün. Erkekler ergenliğe girdiklerinde bedenlerinde belirli değişimler olur. Testosteronun tetiklediği bu süreç sayesinde, fiziksel ya da tıbbi bir engel yoksa, her erkek potansiyel olarak sahip olduğu “erkek olma” özelliğini belli bir yaşta dışa vurur. Özgürlük de buna benzer: İçimizde gizil bir güç olarak vardır ama belirli şartlar oluşmadan görünür hale gelmez. Bu yüzden 3, 5, 10, hatta 18 yaşımızda özgür olmamız mümkün değildir; hatta çoğu zaman 20’li yaşlarımızda bile mümkün olmaz. Çünkü bu hem doğamızın işleyişine hem de dünyanın gerçeklerine aykırıdır.

Neyse… Kitap boyunca zaten bu meselelerin etrafında dolanıyoruz. Şimdi tekrar Philip’e dönelim. Philip’le aramızda benzerlik yok dedim ama çocukluğu “tetikte durarak”, “nöbette kalarak” geçirme hâlini çok iyi biliyorum. Çocukluk yıllarımda hayatta kalabilmek için anneme, babama ve özellikle abime karşı nasıl tepkiler geliştirdiğimi şimdi yavaş yavaş fark ediyorum. Sahip olduğum hiçbir özellik kendiliğinden ortaya çıkmadı. Hatta belki de bugün doyurucu bir hayat yaşamamı zorlaştıran pek çok özelliğim, o zamanlar beni hayatta tutan mekanizmalardı. Bu özellikleri sevmiyorum ama artık neden var olduklarını anlayabiliyorum.

Neden utangaç oldum? Neden çabuk öfkeleniyorum? Neden korkak ve tedirginim? Neden kendimi ve başkalarını kolayca eleştiriyorum? Sevmediğim özelliklerimi saysam bitmez. Henüz fark etmediğim, bilinç düzeyime çıkmamış olanları da düşünürsek epey bir yük taşıdığımdan bahsedebilirim. Peki bu yük neden var? Neden beni yavaşlatan, yaşamdan keyif almamı engelleyen özelliklere sahibim?

En kısa cevap şu: Bu özellikler, doğru ya da yanlış fark etmeksizin, beni hayatta tutmak için ortaya çıktı. Maruz kaldığım davranışlara, tehditlere, korkulara karşı kendimi korumak için bunları geliştirdim. Bunların doğru mu yanlış mı olduğuna o zaman karar verme şansım da yoktu. Yaşamın verili örüntüsü, beni bu yolları üretmeye zorladı.

b. Yaşamın Verili Örüntüsünün (Kaderin) Kabul Edilmesi

Sayfa 49

Böyle bir ilk çocukluk ortamının, Philip’te de şizofreniye yol açacağını düşünebiliriz. Ancak o, daha iki yaşındayken tehlike karşısında kendini duygusal olarak geri çekme, gerçek düşüncelerini gizli tutma ve herkesle geçinip karşısındakileri hoşnut ederek durumu yatıştırma gibi telafi edici beceriler geliştirerek ağır bir bozukluktan kaçmayı başarmıştı. Elverişsiz çevrelerde büyüyen insanlarda sıkça görülen aşırı duyarlılık —hatta neredeyse sezgisel (psişik) bir algı — Philip’te de yetenek olarak gelişmişti ve bu ona birçok arkadaş, birçok sevgili ve başarılı bir mimarlık kariyeri kazandırmıştı. Ancak, böylesi telafilerin cezasız kalması mümkün değildir. Nevrotik bedel şuydu: Bir ilişki belirli bir duygusal derinliğin altına indiğinde, Philip panik yaşamaya başlıyordu.

Yorumum

Rollo May, elverişsiz çevrelerde büyüyen kişilerde görülen bazı ortak özelliklerden söz ediyor: kendini duygusal olarak geri çekme, gerçek düşüncelerini gizleme, başkalarını hoşnut etmeye çalışma, aşırı duyarlılık gibi… Bunların hepsi önemli, fakat özellikle duygularla ilgili olanın ayrı bir önemi var. Büyürken duyguların zararlı olduğunu öğrenmek, hayatta kalmak için duyguları uzaklaştırmak, insanın yetişkinlikte özgür olmasını büyük ölçüde engelliyor. Doğal olan duygular, sanki bir zayıflıkmış ya da insanı yaralayan bir şeymiş gibi algılanıyor. En temel duyguların bile varlığını yadsımak, onları yok saymak, hatta bu duygulara sahip olmayı beceriksizlik ya da yetersizlik gibi yorumlamak, kişinin kendisi gibi olmasını engelliyor.

İlişkilerde utandığımızda, sıkıldığımızda, kaygılandığımızda ya da tedirgin hissettiğimizde, sanki bunlar yanlışmış gibi davranıyoruz. Oysa bu duygular tüm insanlarda var. Bir ortama girdiğinde utanıyorsan, bu senin başarısız ya da beceriksiz olduğun anlamına gelmez; sadece utanıyorsundur, hepsi bu.

Hayatının büyük bölümünde duygularını gösterdiğinde zayıf biriymişsin gibi muamele görmüş olabilirsin. Ya da hayata tutunmak için rol yapmak zorunda kalmış olabilirsin. Seni büyütenler seni koşullu sevmiş olabilir. İçine doğduğun dünyanın tehlikeli ve dikkatli olman gereken bir yer olduğu fikriyle büyümüş olabilirsin. Bir şekilde hayat seni bu noktaya getirdi. Güvensizlik içinde büyüdüğün için, yargılandığın, eleştirildiğin, aşağılandığın, küçümsendiğin ya da değer verilmediğin için, kendini korumak adına bazı şeyleri saklamayı öğrendin.

Bugün geldiğin noktada, kendinden memnun değilsin ve sorunlarla baş ederken kullandığın yöntemler artık sana zarar veriyor. Bir zamanlar işe yarayan bu formüller, artık işlevini yitirmiş durumda. Çünkü şartlar değişti. Yaşamın verili örüntüsünü artık belirli ölçüde yönetebilecek güce sahipsin. Çocukken aileni, çevreni, kültürünü kontrol edemezdin; ama bugün kendi ayakların üzerinde duruyor ve bazı şeyleri değiştirebiliyorsun. Elbette her şeyi değiştirme gücün yok. Geçmişini geri çeviremezsin; genetik yapını, fiziksel özelliklerini tamamen değiştiremezsin. Yine de artık 5–10 yaşındaki kadar bağımlı ve tutsak değilsin. En azından bazı şeyleri dönüştürebilecek bir güce sahipsin.

Ben yaşadığım sorunları kendim için birer ipucu olarak kullanmayı tercih ediyorum. Sahip olduğum hiçbir özellik sebepsiz değil; her biri bir sorunu çözmek için zamanında geliştirdiğim bir yöntem. Belki bugün doğru görünmüyorlar ama mutlaka bir nedenleri vardı. Örneğin, biriyle yakınlaşma ihtimali doğduğunda panik oluyorsam, bu durup dururken ortaya çıkmadı. Geçmişte yaşadığım ilişkiler, bana bir şeyi yanlış şekilde öğretmiş olmalı. Yakınlık ile panikleme arasındaki bağın çocukluğumda nasıl kurulduğunu tam olarak bilmem mümkün değil, ama bir dedektif gibi bugüne yansıyan verilere bakarsak şöyle bir soru çıkıyor: Yakınlık neden utanç, panik veya korku ile bağlantılı hale geldi? Acaba bir zamanlar yakınlık deneyimimle ilgili bir sorun mu yaşadım ki bugün en doğal ilişkiler bile bende panik yaratıyor?

Bu soruların bazılarına cevap buldum, bazıları üzerinde hâlâ çalışıyorum. Pek çok konuda ilerleme kaydettim ama hepsinden önemlisi artık yaşadığım sıkıntılara daha nesnel, daha geniş bir perspektiften bakabiliyorum. Belki de bu, Rollo May’in “yaşamın verili örüntüsünü görmek özgürleşmeye atılan ilk adımdır” tespitiyle ilgilidir. Sanırım öyle.

Sayfa 50

Bazen hastalarımda, kişinin daha çok küçük yaşta yaşamın verili örüntüsü tarafından koşullandırıldığı bir davranış biçimine karşı kör, akıldışı bir bağlılık gördüğüm olur. İmprinting (damgalanma) kavramının insanlara metaforik karşılığı şudur: Bebekler, ilk bağlanmalarında annelerine karşı geliştirdikleri bağı, daha sonra benzer bir kör sadakatle başka ilişkilere taşırlar. Üstelik bu davranış, cezalar ya da karşılarına çıkan zorluklar tarafından daha da güçlendirilebilir.

“Kendini cezalandırma” ya da “mazoşizm” gibi terimleri kullanmak bir işe yaramaz. Bebeğin ilk yıllarda öğrendiği davranış biçimi galip gelir. Çocuk biraz büyüdüğünde bu durum, Erikson’un ifadesiyle temel güvenin imkânsızlığı olarak ortaya çıkar. Bebeklikte bağlanma ve ayrılık üzerine klasik çalışmaları yapan Dr. John Bowlby şöyle yazar:

“İnsan bebeğinde bağlanma davranışının nasıl gelişip seçilmiş bir figüre odaklandığı, diğer memelilerde ve kuşlarda gelişen bağlanma biçimine yeterince benzer olduğundan, bu süreç meşru biçimde ‘imprinting’ başlığı altında ele alınabilir.”

Sayfa 51-52

Philip, ellili yaşlarında olmasına rağmen, ilk iki yılındaki “kötü” anne deneyiminin yerine geçecek “iyi bir anne” bulmak için hâlâ çabalıyordu; o acımasız başlangıcın adaletini sağlayacak birini arıyordu. Hayatı boyunca yalnız yaşamış, göğsünde taşıdığı büyük boşluğu dolduracak bir sevgiye özlem duymuştu. Öyle ki, yıllar yılı karşılaştığı her kadının yüzüne sessizce şu soruyu soran biri olmaya yakındı: “Acımı telafi edecek olan sen misin?” Terapi sürecindeki görevlerimden biri, bu mücadelenin kendi kendini yenilgiye mahkûm olduğunu ona göstermeye çalışmaktı.

Böyle biri için ilk ve temel meydan okuma, yaşamın verili örüntüsünü olduğu gibi görmek ve kabullenmektir:  Ona kötü bir pay düştüğünüadalet kavramının burada geçerli olmadığını,  o ilk iki yıldaki boşluğun ve acının hiçbir zaman tam olarak geri getirilemeyeceğini idrak etmek gerekir. Geçmiş değiştirilemez; yalnızca tanınabilir ve ondan öğrenilebilir.  Bu, kişinin yazgısal verililiğidir.  Yeni deneyimlerle soğurulabilir ve hafifletilebilir, ama silinemez. Philip, hayatının geri kalanında aynı duvara tekrar tekrar başını vurarak, kendine acıya acı ekliyordu. Neyse ki, psikoterapi insanın bu yerleşmiş yazgısal kalıbın farkına varması ve onunla yeni bir ilişki kurabilmesi için bir yol sunabilir.

Philip’e, bu yaşam biçimine tutunmasının aslında annesine tutunmak olduğunu gösterdim.  Bu, bir gün annenin sonunda onu ödüllendireceği umudunun ifadesiydi; bir gün Kutsal Kâse bulunacak;  eksik olan o ilk bakım geri gelecekti;  o yitirilmiş şey telafi edilecekti. Ama bu mümkün değildir; ne kadar büyük bir kayıp olursa olsun. Kötü yazgı, evet.  Ama gerçek budur. Yitirilmiş anne imgesi, yitirilmiş fırsat, içteki büyük boşluk — bunlar orada kalacaktır.  Bunlar geçmişe aittir; değiştirilemez. Kişi yalnızca bu trajik deneyimlere karşı tutumunu değiştirebilir; tıpkı Bettelheim’ın toplama kampındaki Nazi askerlerine karşı “nihai özgürlük” olarak tanımladığı tutumunu değiştirmesi gibi. Ama deneyimlerin kendisi değiştirilemez.

Eğer kişi böyle bir telafi yanılsamasına tutunursa, her zaman “bir gün gökten pasta gelecek” diye beklerse, kendi imkânlarını keser. Katılaşır. Yeni olasılıkların içeri girmesine izin vermez.Bu durumda özgürlüğünü, duygusal çorbanın bir karşılığına takas etmiş olur. Öfkesini yapıcı biçimde kullanamaz; büyük bir güç, enerji ve olasılık kaybı yaşar. Kısacası, özgürlüğünü kaybeder.

Ama kişinin erken yazgısal örüntüsüyle yüzleşmesinin hiç mi yapıcı bir değeri yoktur? Vardır — ve çoğu zaman kaybedilenden daha büyüktür. Philip’in bebekliğinde yaşadığı bu ilişkilerle yüzleşme mücadelesi, yaratıcılığın ortaya çıkışıyla yakından bağlantılıdır. Eğer ailesi bu kadar bozuk olmasaydı, onu mimarlıkta böyle bir yetkinliğe götüren yaratıcı yetenekleri gelişir miydi? Alfred Adler, yaratıcılığın çocukluk travmasına karşı bir telafi olduğunu savunuyordu. 

Gerçekten de, yaratıcı insanların çoğu, böyle talihsiz ailelerden çıkar. Neden ve nasıl olduğu hâlâ tam olarak çözülememiştir — Yaratıcılık Sfenksi bu sırrı henüz açmamıştır. Ancak şunu biliriz:  Philip gibi çocuklar, hayatı hafife almayı asla öğrenemezler.  Doğdukları andan itibaren, Sophokles’in Jocasta’sının öğüdünü izleyemezler:  “En iyisi hayatı oluruna bırakmak.” Onlar hiçbir zaman kolayca yaşamazhiçbir zaman kendilerini akışa bırakmazlar.

Yorumum

Bu tespit bana çok can yakıcı geldi. Hayatı akışına bırakmak konusunda ciddi sorunlarım var. Bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Akışına bırakmak hem korkutucu hem de düşüncesizce geliyor. Sanki kontrolü bırakırsam başıma kötü şeyler gelecekmiş gibi hissediyorum. Ya da her şeyi akışına bırakırsam hayat elimden kayar, ben de başı kopmuş tavuk gibi ortada kalırım diye korkuyorum. Akışına bırakmak bana çok güvensiz geliyor.

Rollo May’in “olasılıklara açık olmak” ve “özgür olmak” dediği şeyin bu olduğunu fark ediyorum. Ama ne olacağını düşünmeden, duygularını takip ederek, ince ince hesap kitap yapmadan, içinden geldiği gibi yaşamak bana çok ütopik geliyor. Çocukça ve tehlikeli geliyor. Sanki ancak düşüncesiz, aklı bir karış havada, yarınını düşünmeyen insanlar böyle davranırmış gibi geliyor.

Son yıllarda iki kez sinir krizi geçirdim ve her ikisini de tetikleyen cümle aynıydı: “İçimden gelmiyor.” Bu sözü her ikisinde de oğlum söyledi. Onunla olan ilişkim hakkında yazmak istemiyorum ama değişmem gerektiğine dair ipuçlarından birisi de bu krizler oldu diyebilirim. Bu söz bana o kadar yaralayıcı geliyordu ki… O kadar öfke dolduruyordu ki… Kontrolümü kaybedecek kadar taşmama neden oluyordu.

Hayatım boyunca içimden gelmeyen şeyleri yaptım. Bana söylenenleri yaptım. Bunları doğru olduğu için yaptım; yapılması gerektiği için yaptım. “Oku” dediler okudum, “iyi öğrenci ol” dediler oldum, “iyi insan ol” dediler oldum. “Terbiyeli, uslu, akıllı ol” dediler, hepsine uydum.

İçimden gelen bir şeyi yapmak istediğimde azarlandım ve engellendim. Bir süre sonra içimden gelenleri tamamen susturdum. Ama onlar susmadı. Ben susturdukça, içimdekiler başka yollarla ortaya çıkmaya çalıştı. Hayatım boyunca çalışkan olmak için uğraştım ama beceremedim. Bu yüzden sürekli içsel bir çatışma yaşadım.

“Oluruna bırakmayı” hiç bilemedim. Hep hesaplı, planlı, akıllıca davranmaya çalıştım. Hep “doğru şeyleri” yapmayı hedefledim. Duygularımı yok saydım. Duyguları başarısızlığın, yeteneksizliğin, başıboşluğun, deli dolu yaşamanın ayartıcısı olarak gördüm. “Bu hayatı düzgün yaşamak istiyorsan duygularınla değil aklınla yaşamalısın” dedim kendime.

Şimdi akışına bırakmaktan söz edilince korkuyorum. Hata yapmaktan, yanlış şeyler yapmaktan, başarısız olmaktan, başıma kötü bir şey gelmesinden korkuyorum. Akışına bırakan insanları düşüncesiz, deli, cahil, boş insanlar olarak gören bir önyargım var. Kendimi bildim bileli cahil olmamak, düşünceli olmak, akıllı biri olmak için çabaladım. Şimdi “akışına bırakan” birine dönüşürsem, hayatım boyunca üzerine kurduğum temel yıkılırmış gibi geliyor.

Ama aslında asıl korktuğum şeyin, özgürlüğün getirdiği riskler olduğunu fark ediyorum. Gerçekten korktuğum şey, konfor alanımdan çıkmak. Kaygılarım öyle baskın ki yeni bir şey yaşamanın heyecanı beni hareketsiz bırakıyor. Olduğum yerde kalıyorum.

Sayfa 54

Bu son noktaları — yani kişinin yaşamının verili örüntüsüyle yüzleşmesinin yaratıcı güç üzerindeki değerini — o sırada Philip’e doğrudan söylemedim; çünkü onun yaratıcılık kazanmak için “yazgısal verililiğini” kabul etmesini istemiyordum. Bu hiçbir zaman işe yaramaz. Ama geçmişindeki bu acı gerçeklerle yüzleşme ve onları kabullenme gereğini güçlü biçimde vurguladım. İstediğim, bunları terapinin diliyle değil, kendi sözleriyle ifade edebilmesiydi. Yani “yazgısal verililiğini bir şey elde etmek için değil, yalnızca o olduğu için kabul etmesi.”

yorumum

Sanırım bir yanılgı içindeyim. Yanıldığım ya da kendimi kandırdığım nokta şu: Son 30 yılımı kendimi değiştirmeye harcamış biriyim ve çok yol kat etmeme rağmen istediğim yerde değilim. Terapiye de bu nedenle çok geç başladım. Kendi kendime halledebileceğimi düşünüyordum. Hayatımın sorumluluğunu aldığımı, kendi ayaklarımın üzerinde durduğumu, geçmişimi bir şekilde kabul ettiğimi sanıyordum. Bu yüzden belli bir mesafe kat ettiğime inanmıştım.

Fakat hayal kırıklığım tam burada ortaya çıkıyor. Meğer çözdüğümü sandığım pek çok şeyi aslında çözememişim. Yıllardır gösterdiğim çabaya rağmen, bu çabaların düşündüğüm kadar etkili olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyorum. Belki 100 sorunun 30–40’ını çözmüşüm ama geri kalanlar hâlâ kaliteli bir hayat yaşamamı, akışına bırakabilmemi, daha özgür hissetmemi engelliyor. Hatta oğluma doğru düzgün babalık yapmamın bile önünde bir engel oluşturuyor.

Bu kitabı okurken, daha önce eksik algıladığım bazı noktaların yerine oturduğunu hissettim. Sosyoloji okumak ve sosyolog olmak da hayatı ve dünyayı daha bütüncül görmemi sağladı. Bu geniş perspektif, kendi içsel yolculuğumu da daha net anlamama yardımcı oluyor.


Akarsu içinde duran yalnız bir adam, çevresinde değiştirilemez doğayı simgeleyen dağ manzarası ve karşısında açık bir ufukla ışığa doğru bakıyor. Sahnede yaşamın verili örüntüsü, akışın hareketi ve özgürlük hissi bütünleşmiş.
Bir adamın akarsu içinde durarak ufuktaki ışığa yöneldiği sinematik sahne. Doğanın verili örüntüsünü temsil eden dağlar ve suyun akışı, akışına bırakma ve özgürlük duygusunu aynı karede birleştiriyor.

Yorumlar


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page