top of page

Rollo May Freedom and Destiny (Özgürlük ve Verili Yaşam Örüntüsü) Ölüm: Fanilik, İnkâr ve Anlam Arayışı 6

Özgürlüğün Krizi adındaki ilk ana başlığın son alt başlığı Verili Yaşam Örüntüsü ve Ölüm adını taşıyor. Bu alt başlığın da altında 4 alt başlık var. Böylece Özgürlük ve Kader ilişkisinin girişini bitirmiş oluyoruz.

6. Verili Yaşam Örüntüsü  ve Ölüm

1. Fanilik Acısı

2. Büyücülük ve Verili Yaşam Örüntüsünün Yansıtılması (Projection of Destiny)

3.  Verili Yaşam Örüntüsü ve Şairler

4. Verili Yaşam Örüntüsünün Faydaları

sayfa 131

Ölümün farkında olmamız, Verili Yaşam Örüntüsünün en canlı ve en etkileyici örneğidir. Burada “ölüm” demek yerine “ölümün farkındalığı” demeyi özellikle seçiyorum; çünkü doğadaki her şey zamanı geldiğinde ölür. Ancak insan, öleceğini bilir. Ölüm için bir kelimesi vardır, onu önceden tahmin eder, hatta hayal gücünde kendi ölümünü deneyimler.

sayfa 132

Bu ölüm bilinci, yaşam coşkusunun ve sadece sanat eserleri değil, aynı zamanda medeniyetler yaratma dürtümüzün de kaynağıdır. İnsanın kaygısı evrensel olarak nihai ölümle ilişkilendirilmekle kalmaz, aynı zamanda ölüm bilinci faydalar da beraberinde getirir. Bunlardan biri, doğruyu söyleme özgürlüğüdür: Ölüme ne kadar çok farkındalıkla yaklaşırsak, yalan söylemenin sadece onurumuza yakışmadığını değil, aynı zamanda boşuna olduğunu da o kadar canlı deneyimleriz. 

yorumum

Ölümle yüzleşmek çok zor. İnsan, kendini kandırmaya doğal olarak eğilimli. Sanki ölüm yokmuş gibi yaşamak rahatlatıcı geliyor. Ya da ölüm var ama “öldükten sonra yaşamaya devam edeceğim” demek de mümkün. Zaten dinlerin büyük bölümü de bu rahatlatıcı kandırmaca üzerine kurulmadı mı?

Acaba insanlık olarak ölümü ilk ne zaman fark ettik? Diyelim 50 bin yıl önce… Bu farkındalığın bizi derinden sarstığına şüphe yok. Bir şekilde bu gerçeği telafi etmek zorundaydık. Kaç farklı yöntem bulduk bilmiyorum, ama görünen o ki en kolayını seçmişiz: Ölümü reddetmişiz.

Öldükten sonra başka bir yere gittiğimizi düşünmek bize iyi gelmiş. Ölümü uykuya ve rüya görmeye benzetmişiz. Çünkü tıpkı uykuda olduğu gibi, ölünce de hareketsiz kalıyoruz. Uyurken “başka âlemlere gidiyoruz” ya, demek ki ölümde de benzer bir şey olmalı diye düz bir mantık yürütmüş olmalıyız.

Ölümle yüzleşmek ve ölümü kabul etmek lafta kolay. Bunu gerçekte yapabilmek için ortalamanın üzerinde bir zihinsel ve duygusal kapasite gerekiyor. Çan eğrisi gereği, insanların yaklaşık yarısının ölümle yüzleşmek için gerekli donanıma zaten sahip olmadığını varsayabiliriz. Diğer yarısında da kültür, din, aile, korkular, koşullandırma ve çeşitli psikolojik savunmalar nedeniyle ölümün reddi mümkün. Yani insanlığın ancak çok küçük bir kısmı gerçekten ölümle yüzleşebilecek güce sahip.

Farz edelim ki bütün bu engelleri aştık: Bize dayatılan dinleri, kültürleri, psikolojik kolaylıkları, adaletsizlikler karşısındaki kaçış mekanizmalarını geride bıraktık. İşte o zaman gerçek özgürlük başlayabilir. Çünkü ancak kendimizi kandırmayı bıraktığımızda, gerçekliği olduğu gibi görmeye başlarız. Çarpıtmadan, eğip bükmeden, ön yargılardan arınmış bir şekilde… Hayali yorumlarımızla değil, olanı olduğu gibi görmek gerekir.

Gerçekliği olduğu gibi gördükten sonra tartışmaya devam etmek anlamlıdır. Aksi hâlde gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemek gibidir; sonrası ne yaparsan yap düzgün olmaz. Ya da yanlış soruya doğru cevap aramak gibi… Ne kadar uğraşsan da hepsi zaman kaybı olur.

Her şey, önce ölüm gerçeğini olduğu gibi kabul etmekle başlar.

a. Fanilik Acısı

sayfa 133

“Başka bir deyişle, ölümsüzlüğü canlandırmak için ölümlülük devreye sokulmalıdır.”

yorumum

Bazı dinlerin iddia ettiği gibi sonsuza kadar yaşayacağın, her istediğine ulaşacağın bir cennet tasavvuru ne kadar çocukça değil mi? Bu hayalin ne kadar safça olduğunu görmemek için gerçekten aptal olmak gerekir. “Keşke ölmesek” diyen bir çocuğu avutmak için uydurulmuş bir hikâye nasıl oluyor da insanlığın büyük bir kısmı için gerçeklik hâline gelebiliyor?

Biz, tür olarak kendimizi fazla abartan bir varlığız. Çan eğrisine işaret ederken kastettiğim tam da bu çocukluk hâliydi. Zekâ seviyesi düşüklüğü, eğitimsizlik, psikolojik zaaflar, fakirlik, açlık, sınıf farklılıkları… Bütün bunlar insanların bu dünyadan keyif almasını zorlaştırıyor. Bu çok doğal; çünkü hayatta kalmak tarih boyunca hep zordu. Bir de atalarımızı düşünelim: 100 bin yıl önce her gün karın doyurmak, avcılardan kaçmak, iklim koşullarından korunmak, felaketlerden sağ çıkmak zorundaydılar. Milyonlarca yıllık geçmişimiz hiç de kolay geçmedi. Bu süreç içinde hem zihinsel hem kültürel olarak kendimizi var ettik; korkularımız bizi biz yaptı.

Hayat zaten yeterince zorken bir noktada ölüm bilincine ulaştık. Ve bu, insanlık için sarsıcı bir dönüm noktasıydı. “Ne yani? Bunca eziyetin sonunda sadece ölüp gidecek miyiz?” diye hayıflandık. Bu soru öylesine ağırdı ki… Açlık, susuzluk, avlanılma tehlikesi, üşüme, doğal afetler… Bütün bunları yaşayacağız ve sonra sadece öleceğiz, öyle mi?

Atalarımızın ölümü neden böyle yorumladıklarını anlıyorum. 2025 yılının tüm konforu içinden ahkâm kesmek kolay. Sıcak bir evde, elektrikle aydınlatılmış bir odada, yırtıcı tehlikesi olmadan yaşarken ölümü düşünmek kolay. Karnını doyurup temiz su içebiliyorsun; hastalandığında ilaç alabiliyorsun. Bu şartlarda ölümle yüzleşmek çok daha kolay. Asıl mesele, her gün ölüm tehlikesiyle iç içe yaşarken ölüm gerçeğini kavramak.

Atalarımızın bizim bugün yaşadığımız türden psikolojik sorunları olup olmadığını bilmiyoruz. Travmatik ailelerde büyüyüp büyümediklerini, sevilmedikleri için kendilerini değersiz hissedip hissetmediklerini bilmiyoruz. Çocukluklarında “sus, konuşma, otur, uslu dur” denilerek bastırılıp bastırılmadıklarını da bilmiyoruz. Bunlar elbette anakronik sorular; cevaplarının büyük bir önemi yok. Onların sorunları bizimkilerden farklıydı. Belki daha somut, daha yaşamsal problemlere sahiplerdi. Bu, psikolojik sıkıntıları olmadığı anlamına gelmez; sadece farklı türde sorunları olduğunu gösterir.

Onlar bizim bildiğimizden çok daha az şey biliyordu. İnsan bilmediği şeyden korkar; asıl fark burada ortaya çıkıyor. Ölüm hakkında ne biliyorlardı? Ölüm farkındalığı derken kastımız neydi? Ruh kavramı durup dururken ortaya çıkmadı. Ölen insanla yaşayan arasındaki en temel fark, ölenin artık hareket etmiyor oluşuydu. Beden olduğu gibi duruyor ama neden hareket etmiyor? Demek ki hareketini sağlayan güç ondan ayrıldı. İşte bu güç “ruh” olarak adlandırıldı. Peki nereye gitti? Başka bir yere. Belki rüyalarımızdaki yere. Kabuslar kötü bir yeri işaret ediyordu; güzel rüyalar iyi bir yeri.

Atalarımız çok az şey biliyordu. Biz ise artık çok şey biliyoruz. Buna rağmen hâlâ sonsuz bir hayatın yaşandığı mükemmel bir cenneti hayal etmeye devam etmemiz gerçekten anlaşılır değil. Bir çocuğun ölümsüz olmak istemesinde sorun yok; ama yetişkin bir aklın hâlâ buna tutunması tuhaf. Eğer yaşamın bir anlamı varsa bu anlam, sonunda ölecek olmamızdan kaynaklanmıyor mu? Ölüm olmayan bir ortamda yaşamdan söz edebilir miyiz? Sonu olmayan bir süreçte yaptığımız şey nasıl değerli olabilir ki? Yaşıyor oluşumuzun anlamı, sınırlı oluşumuzdan geliyor.

Bu sınırlı süre içinde elimizden gelenin en iyisini yapmak, bir iz bırakmak, kendimizi sonraki nesillere aktarmak… İşte anlam buradadır. Bu aktarmayı ister çocuk yaparak, ister bir eser üreterek, ister bir fikir bırakarak yaparsın. Ama bir şekilde “ben de burada yaşadım” diyebilecek bir iz bırakmak gerekir.

Bugüne kadar yaşamış 100 milyar insandan farkımız yok. Bir kediden, bir kuştan, bir ağaçtan farkımız da yok. Onlar ne kadar değerliyse biz de o kadar değerliyiz. O zaman şu soruyu sorabilirsin: “Madem hayatımın özel bir anlamı yok, neden yaşıyorum?” Bu sorunun evrensel bir cevabı yok. Yaşıyor oluşumuzun özel bir nedeni de yok. Tek yapabileceğimiz şey, kendi iç anlamımızı yaratmak. Sisifos mitindeki gibi: O kaya her gün tepeye çıkarılacak. Ulaştığında yeniden aşağı yuvarlanacak. Ve biz bunu ölene kadar yapacağız. Bunu saçmalık olarak görebiliriz, evet; ama yine de yapmaya devam edeceğiz. Çünkü anlamı biz yüklemediğimiz sürece hiçbir şey anlamlı değil.

Yalom’un anlattığı köpek hikâyesini hatırlayalım. Bir adamın her seferinde attığı dalı heyecanla geri getiren köpek… O köpeğin yaşamının anlamı o dalı getirmekti. Çünkü o anda neşe doluydu, yaşam doluydu. Bu hikâyenin bize söylediği şu: İnsan kendi dalını bulmak zorunda. Onu kovalayacağı, ağzına alacağı, tekrar atılmasını bekleyeceği bir dal… Sisifos’un kayası gibi.

Bu olayı kötümser bir bakışla “aptallık, zaman kaybı, saçmalık” diye yorumlayabilirsin. Ama eğer bu sürece anlam yüklersen, o kaya artık bir saçmalık değil, senden bir parçaya dönüşür.

Kiminin dalı bir kitap yazmaktır. Kimininki bir resim yapmak, bir ev inşa etmek, bir gömlek dikmek, bir duvar boyamak, bir ağaç dikmektir. Herkes kendi dalını ya da kendi kayasını bulmak zorunda. Aksi hâlde yaşamak ne anlamlı olur ne de zevkli. Bu bir çeşit kendini kandırma mıdır? Belki. Ölümden sonra yaşam inancı da bir çeşit kendini kandırma değil mi zaten?

Ama elimizdeki veriye bakınca, ölümden sonra ne olursa olsun, içinde bulunduğumuz hayatı tüketmek zorundayız. Bu tüketimi ya anlamlı bulduğumuz şeylerle yapacağız ya da sadece nefes alıp yemek yiyip su içerek göçüp gideceğiz ve arkamızda hiçbir şey bırakmayacağız.

Hangisi daha anlamlı?

sayfa 135

İşte Abraham Maslow kalp krizi sonrası iyileşirken yazdığı şu sözlerle tam da bunu kastetmişti: “Ölüm ve onun her an mümkün oluşu, sevgiyi—tutkulu sevgiyi—daha mümkün kılar. Hiç ölmeyeceğimizi bilseydik, tutkuyla sevebilir miydik acaba? Ecstasy (aşkın haz) mümkün olabilir miydi?”  Bu, sadece “Az kalsın ölüyordum… Az kalsın her şeyimi kaybediyordum” demek değildir; bu, verli yaşam örüntüsünün (destiny) farkındalığından gelen derinliğin hissedilmesidir—ve bu farkındalığın açtığı yeni olasılıkların, yeni bir estetik duyarlılık özgürlüğünün sezilmesidir.

Bu sınırın ötesinde ne olduğunu kimse bilmez. Ama yok oluştan başka bir şey varsa bile, bundan emin olabiliriz: Zaman kuşu hâlâ kanat çırparken, bu kısa aralıkta yapılabilecek en iyi hazırlık, hayatımızı ve yaratıcılığımızı olabildiğince dolu dolu yaşamak, deneyimleyebildiğimiz ve katkı sunabildiğimiz her şeyi yaşamaktır.

sayfa 138-139

“Freud ve onun ortodoks takipçilerinin ölümü neden bu kadar dışarıda bıraktıkları ve bu alanı varoluşçu terapistlerin yeniden gündeme getirmek zorunda kaldığı gerçekten anlaşılması güç bir bilmecedir. Bunun nedeninin, psikanalizin yenilmezliği (invincibility) yanılsaması olduğunu öne sürüyorum. Çünkü ölümü—kendi ölümümüzü ve başkalarının ölümünü—yüzleştirmek ve kabul etmek, insanın yenilebilirliğinin (vincibility) en temel ifadesidir. Ölüme dair farkındalık, zorunluluk anlamıyla verili yaşam örüntüsünün (destiny’nin)—kaçınılmazlığın—en uç ve nihai biçimde ortaya çıkışıdır. verili yaşam örüntüsünün (Destiny’nin) bu yanını, yani sonluluğumuzu kabul etmek, psikanalizin—ve Freud’un, Fromm’un ve hepimizin—yenilmez olma arzusundan vazgeçmesi anlamına gelir. Bu, bizim sonluluğumuzu ve ölümlülüğümüzü kabul etmektir. Bu, insanlık kulübüne, sonlu olanların, yenilebilirlerin, incinebilirlerin; kısacası ‘dokunaklı faniler’ kulübüne katılmaktır.”

Yorumum

Seçici algı mı, yoksa başka bir şey mi bilmiyorum; ama bu cümleleri altı ay önce okusaydım muhtemelen bana hiçbir şey ifade etmeyecekti. Son zamanlarda “akışına bırakmak”, “ruhuyla temas kurmak” gibi konular üzerine düşündüm. Kendimle ilgili bazı şeyleri fark etme şansı buldum. Bu yüzden şimdi yazacaklarım, hazırlıklı ve düşünen bir zihnin ürettiği şeyler olacak.

Yenilebilir ve incinebilir olduğunu bilen bir kişiyle, bu bilince sahip olmayan biri arasındaki fark nedir? Son haftalarda şunu fark ediyorum: Kendime bazı duyguları yaşamayı hak görmemişim. Korku, tedirginlik, utanç, kaygı gibi duygulara sahip olmayı kendime yasaklamışım adeta. Yukarıdaki cümleler bana tam da bunu çağrıştırdı.

Acaba kendime “korkma hakkı” tanımayarak ne yapmaya çalışıyordum? Sanırım zihnimde şöyle bir algı vardı: Korkan insan zayıftır, beceriksizdir, yeteneksizdir. Yani korku duygusuna sahip olmazsam güçlü, başarılı, yetenekli olacağım sanıyordum. Ama gerçek hayat böyle işlemiyor. Ben korkmak istemiyorum diye bu duygu ortadan kaybolmuyor. Korkuyorum ve işin kötüsü, bu duyguyu görmezden geliyorum. Yani “miş gibi” yapıyorum.

Oysa korku geldiğinde ona göğüs gerebilsem, yüzleşebilsem, kaçmasam… Yine yaşamaya devam edeceğim. Ama bu duyguyu yok saydığımda, yaşamam gereken şeyi yaşamamış oluyorum. Aklımda kurduğum hayali senaryoya göre davranıyorum ve gerçek anı akışına bırakıp yaşayamaz hâle geliyorum.

İstediğin kadar ölümü yadsı, korkuyu ve kaygıyı görmezden gel… Sen böyle istiyorsun diye onlar yok olmuyor. Sadece sen gerçek bir hayat yaşayamamış oluyorsun. Yenilmez değilsin; sen de sıradan bir insansın. Kimse senden mükemmel olmanı beklemiyor. Kimse senden duygusuz olmanı beklemiyor.

Belki duygularını uzaklaştırarak bir dönem hayata tutunmayı başardın; bu bir hayatta kalma stratejisiydi. Ama o stratejinin görevi artık bitti. Bugün artık normal bir hayat yaşamak senin elinde. 

Canının acımayacağını, üzülmeyeceğini, yenilmeyeceğini düşünmek çok çocukça geliyor. Gerçekler acıdır; üzer, insanı zorlar ve insan  bazen kaybeder. Biz öyle olmasını istemiyoruz diye hayat öyle akmaz. Büyümek gerekiyor. Kaybetme ihtimaliyle yaşamayı kabul etmek gerekiyor. Sen de herkes gibi kaybedebilirsin; bunda hiçbir sorun yok. Kaybettiğinde aptal, beceriksiz, yeteneksiz ya da zayıf biri olmuyorsun — sadece kaybetmiş oluyorsun. Ve kaybetmiş olmak seni değersiz yapmaz.

İncinebilir olduğunu kabul eden insan, başkalarına da açılabilir; gerçek yakınlığı göze alır. Çünkü incinmenin de insan olmanın doğal bir parçası olduğunu bilir. İnkar eden kişi ise sürekli savunmadadır; duygularını saklar, mesafe koyar. Böylece hem acıdan hem de gerçek yakınlıktan uzak durur. Aslında aynı noktada sıkışıyoruz. Temel sorun kendini nasıl kodlağında. Kaybedebilir, incinebilir, yenilebilir bir insa olmak da sorun yok. Diğer türlüsü bir fantezi.

Yanilebilir olmak psikolojik yetişkinliğe doğru ilerlemek demek yenilmez, ölümsüz olmak  ise dışarıdan “güçlü” görünse de içeride çocuk kalmış bir benlik demektir.

b. Büyücülük ve Verili Yaşam Örüntüsünün Yansıtılması (Projection of Destiny)

sayfa 139-140

İnsanlar kendi Verili Yaşam Örüntülerinin bazı yönlerini —örneğin ani bir hastalığı, açıklanamayan bir ölümü, biçimsiz doğan bir bebeği— kabul edemediklerinde veya bunlarla yüzleşmek istemediklerinde, bu Verili Yaşam Örüntüsü bastırılır. Bastırılan bu Verili Yaşam Örüntüsü çoğu zaman kişinin dışındaki figürlere yansıtılır: tanrılara, büyücülere, şeytanlara ve cadılara. Burada “yansıtma” (projection) kelimesini olumsuz bir anlamda kullanmıyorum. Yansıtma, insan zihninin yaygın ve normal bir işlevdir; hepimiz bunu, metinde verilen örneklerden çok daha küçük ve gündelik şekillerde sürekli yaparız.

sayfa 147

“Ancak ben bunun yeterli bir çözüm olmadığını öne sürüyorum. ‘Açık ve basit’ akılcı fikirlerin iyileştiremediği yıkıcı yansıtmalara (ki tarihte cadılara yöneltildiği gibi Yahudilere ya da siyahlara da yöneltilebilmiştir) ne yapacağız? Ebeveynler bir trafik kazasında çocuklarının sakatlanmasına ilişkin bütün bilimsel gerçekleri öğrenmek isteyebilir, ama bu onların kederini hafifletmez. Üzüntü ve keder, sevinç ve coşku duygusal tepkilerdir; bilimsel açıklamalar ise akla dayalı olgulardır. Bu nedenle ölümle yüzleşmek, ciddi hastalıklarla yüzleşmek, belirli bir ırkta ve kültürde, belirli bir tarihsel dönemde doğmuş olma gerçeğiyle yüzleşmek (Verili Yaşam Örüntüsünün rastgele bazı yönlerini sayacak olursak) esasen duyusal ve duygusal fenomenlerdir. Mantıksal veriler tamamen başka bir düzlemdedir. Sağlıklı bir toplum, bu duygusal ve mitik faaliyetlerin ifade edilebilmesi için şiire, sanata ve müziğe yer açmak zorundadır.”

Yorumum

Verili yaşam örüntüsü ile yüzleşmek duygusal bir olay. Bu tespiti akılda tutmak gerek

sayfa 148-149

“Fakat kaderin (fate) ve kişinin Verili Yaşam Örüntüsünün diğer yönlerinin kabul edilmesi hiçbir şekilde ‘önemsiz’ bir mesele değildir. Bu, insan olarak özgürlüğümüze ve varoluşumuzun kendisine bağlıdır.

 Şunu fark ediyoruz ki, toplumdaki geleneksel olarak ‘iyi’ insanlar —dindar Katolikler ve Protestanlar, ahlaklı burjuva vatandaşlar, keşişler ve rahibeler— cadılığı en çabuk biçimde, topluluklarının kenarlarında yaşayan diğer insanlara atfetmeye hazır olanlardır. Bu ‘iyi’ insanlar, kendi içlerindeki kötü eğilimleri bastırmaya ve Verili Yaşam Örüntüsünün var olmadığını varsaymaya en yatkın olanlardır; bu yüzden kabul edemedikleri dürtüleri başka insanlara yansıtmaları (projeksiyon yapmaları) en olası kişilerdir.”

c.  Verili Yaşam Örüntüsü ve Şairler

Sayfa 156

Verili Yaşam Örüntüsü ile yüzleşme en parlak biçimde şairlerde görülür; bunun bir nedeni kelimelerle kurdukları ustalık olsa da asıl sebep, bilincin geri kalanımızın pek ulaşamadığı daha derin katmanlarında yaşamaları ve oradan yazmalarıdır. Bu derinliklere ister bilinçdışı, ister bilinçaltı, ister kolektif bilinçdışı diyelim—onlara ancak yoğun bir duygu ve sezgiyle, yüzeysel yaşamı yaran bir vecd ya da öfke patlamasıyla ulaşılabilir. Bu nedenle şairlerin Verili Yaşam Örüntüsü hakkında, kendi Verili Yaşam Örüntüleriyle yüzleşme mücadeleleri hakkında söyleyecek çok şeyleri olmasını beklemeliyiz. Nitekim bu beklenti boşa çıkmaz.

Şairin yolu, sıradan ve donuk hayatın tam tersidir. Hakiki şiirde, Verili Yaşam Örüntüsünü doğrudan kabul etmekten kaçınmak için kullandığımız hiçbir savunma yoktur: bastırma yoktur, üzerini örtme yoktur, tutkuyu kaybetme pahasına yeisten (umutsuzluktan) kaçma yoktur. Çoğumuzun Verili Yaşam Örüntüsünün gerçek yüzüyle doğrudan yüzleşmemek için başvurduğu hiçbir yol, gerçek şiirde yoktur. Şairin sanatı, bizi kendi Verili Yaşam Örüntümüzün farkına varmaya çağırır; şiiri yaratmak için kullanılan enerji tutkumuza enerji katar; kelimelerle birleşen müzik sayesinde şiir, insan olmanın onurunu ifade eden bir güce kavuşur.

d. Verili Yaşam Örüntüsünün  Faydaları

sayfa 162

Verili Yaşam Örüntüsü bize fiziksel, psikolojik ve kültürel sınırlamalar koyar ve bizi bazı yeteneklerle donatır.  Fakat mesele sadece şu değildir: Bu sınırlar içinde nasıl hareket ederiz ya da bu yetenekleri nasıl geliştiririz? Asıl kritik soru şudur: Bu sınırlarla yüzleşme süreci kendi başına bize yapıcı değerler kazandırır mı?

Bir başka deyişle, talihsizliği talihe dönüştürmek, talihi de talih olarak korumak; engelleri birer avantaja çevirip avantajların da dezavantaja dönüşmesini engellemek mümkün müdür? Zorluklarla yüzleşme sürecinin, kayıplarımızın karşılığından daha büyük faydalar, yitirdiklerimizden daha büyük armağanlar verdiği söylenebilir mi? 

Yorumum

Yaşamın verili örüntüsünü bir kere kabul ettin mi, gerisi zaten peşinden geliyor. Değiştiremeyeceğin şeylerin değişmesini beklemek aptallık değil mi? Elindeki malzeme belli; bu malzemeyle ne yapabiliyorsan onu yapacaksın. Yapabileceklerinin ve yapamayacaklarının sınırları ortada.

Bir aşçı olduğunu düşün: Elinde sadece un, yağ ve şeker var. Bu malzemelerle karnıyarık yapamazsın. Canın karnıyarık istiyor olabilir ama elindeki malzemeyle ancak birkaç çeşit yiyecek hazırlayabilirsin. Belki içine sinmiyordur, gözün başka şeylerdedir. Elindekilere lanet ediyorsundur: “Neden sadece bunlara sahibim?” diye soruyorsundur. Ağlarsın, kızarsın, öfkelenirsin, küsersin, hatta depresyona girersin… ama sonuç değişmez. Hâlâ elinde sadece un, yağ ve şeker vardır. Yani hangi duyguya kapılırsan kapıl, gerçeklik yerinde durur. Gerçekliği değiştirmen mümkün değilse ona karşı tutumunu değiştirmen şart.

Sosyolojik açıdan da durum farklı değil. Sahip olduğumuz sermayeler belirli: İçine doğduğumuz aile, ülke, kültür, millet, din, örf ve adetler, gelenekler, genetik yapımız, fiziksel sağlığımız, anne babamızın eğitim seviyesi, ruhsal yapıları, hayatı yaşama biçimleri, kaçıncı çocuk olduğumuz… Saymakla bitmeyecek kadar çok özellik verili geliyor. Yani elimizde —ister beğenelim ister beğenmeyelim— bir “un, yağ, şeker” kombinasyonu var. İşte bu bizim sınırımız.

Bu malzemeyle yaşamak zorundayız. Evet, belli bir yaştan sonra sermayemizi artırmamız mümkün; ama neticede ütopik bir dünyada değiliz. Sihir yok. Bir noktadan sonra menzilimizin ne kadar artabileceğinin de sınırı var. Bu durumda yapabileceğimiz tek şey, elimizdeki malzemeyi en iyi şekilde kullanmak.

Belki IQ’muz 90’dır, belki eğitimsizizdir, belki içe kapanığızdır, belki yakışıklı değilizdir, belki fakirizdir… Liste uzayıp gider. Ama ne yapalım? Şikâyet etmek neyi çözer?

Rollo May buna Verili Yaşam Örüntüsü (destiny) diyor. Adı ne olursa olsun, içine doğduğumuz bu hayatın çerçevesini görmek zorundayız. Görmek yetmez; beğensek de beğenmesek de bize verilen bu örüntüyü kabul etmek zorundayız. Başka çaremiz yok.

Bu aşamadan sonra yapmamız gereken, elimizdeki sınırlı malzemeyle en iyisini ortaya koymak. Evet, malzememiz sınırlı olabilir; ama bu malzemeyle de yapılacak şeyler mutlaka vardır. Önemli olan, sahip olduklarınla bir şeyler yaratmak. Becerebiliyorsan, malzeme sayını artırmak için uğraşmak da mümkündür. Ama elinde olmayanlara ağlamak değil.

Elinde olmayanı fark edebilirsin ve eğer imkânın varsa ona ulaşmaya çalışabilirsin. Hatta bu bile, anlamlı bir hayat için bir amaç hâline gelebilir.

Belki hayata başladığında sahip olduğun sınırlı sermayeyi artırmak bir amaçtır; ama tek amaç bu olamaz. Asıl önemli olan, elindekilerle iyi bir iş çıkarmak.

İnsan silüetinin göğsünde kum saati taşıdığı, karşısında kanatlı ve iskelet yüzlü ölüm figürünün yer aldığı, etrafı ışık hüzmeleri ve siyah kelebeklerle çevrili soyut ve sembolik bir tablo; yaşamın geçiciliğini, faniliği ve ölüm farkındalığını betimliyor.

Bu sembolik ve soyut kompozisyon, insanın faniliğini ve ölüm farkındalığını merkezine alıyor. Silüetin göğsündeki kum saati, yaşamın akıp giden süresini temsil ederken; karşısındaki iskeletimsi figür ölümün kaçınılmaz yüzünü simgeliyor. Arka planda yayılan ışık, kozmik düzen içinde yaşamın kısa ama anlamlı bir kıvılcım olduğunu vurguluyor. Etrafı saran kelebekler ise hem dönüşümü hem de hayatın kırılganlığını işaret ediyor.


Yorumlar


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page