top of page

Rollo May Freedom and Destiny Özgürlüğe Giden Yanlış Yollar: Yeni Narsisizm Verili Yaşam Örüntüsü, Kendini Sevme ve Duyguların Mesajı 7

İki - Özgürlüğe Giden Yanlış Yollar

7. Yeni Narsisizm

a. Kendiliğin Yitimi Tehditi

b. Ben Ben Olursam Özgür Olacak mıyım?

c. Narkissos Miti ve İntikam

7. Yeni Narsisizm

Özgürlüğe Giden Yanlış Yollar

Rollo May bu bölümde, 1960’ların dışa dönük özgürlük hareketlerinin sorumluluk temeli olmadığı için çöktüğünü; bunun sonucunda 1970’lerde insanların içe kapanarak “benlik arayışı” adı altında narsisistik bir kültür yarattığını anlatıyor. Modern birey, toplumsal gerçeklikten ve insan olmanın sınırlarından kaçarken kendisini özgür sandı ancak gerçekte daha kırılgan, boşluk içinde ve yalnız hale geldi. Yeni narsisizm, “özgürlük” kisvesi altında sorumluluktan kaçmanın, kendini kaybetme korkusunun ve kültürel çözülmenin ürünüdür.

1960’lar gençliğinde özgürlüğü mutlak bir kopuş olarak gören bir hareket vardı. Eğitimden, aileden, gelenekten, devletten, savaştan, normlardan toplu bir kaçış yaşandı. Bu özgürlük arayışı bir süre sonra boşluk, amaçsızlık, narsisizm, içsel dayanak eksikliği üretti. Çünkü özgürlük ile sorumluluk, yapı, sınır arasındaki denge kayboldu.

Ben bu başlıkta yazılanları maalesef içselleştirmekte güçlük çekiyorum. Bu bölümde yazılanlar çok Amerikan. Neredeyse bu bölümde yazılanların hiçbirisi Türkiye için geçerli değil. Oranın sosyolojik yapısı bizden çok farklı. Bizim topraklarda özgürlük algısı hiç bir zaman böyle yaşanmadı. Maalesef burada yazılanları dışarıdan bir gözlemci olarak ele almak durumunda kalıyorum.

Yorumum

Rollo May bu bölümde, 1960’ların dışa dönük özgürlük hareketlerinin sorumluluk temeline dayanmadığı için çöktüğünü; bunun sonucunda ise 1970’lerde insanların içe kapanarak “benlik arayışı” adı altında narsisistik bir kültür yarattığını anlatıyor. Modern birey, toplumsal gerçeklikten ve insan olmanın doğal sınırlarından kaçarken kendisini özgür sandı; oysa gerçekte daha kırılgan, daha boşlukta ve yalnız hale geldi. Yeni narsisizm, “özgürlük” görünümü altında sorumluluktan kaçmanın, kendini kaybetme korkusunun ve kültürel çözülmenin bir ürünü olarak ortaya çıktı.

1960’lar gençliğinde özgürlüğü mutlak bir kopuş şeklinde gören bir hareket vardı. Eğitimden, aileden, gelenekten, devletten, savaştan ve toplumsal normlardan toplu bir kaçış yaşandı. Ancak bu özgürlük arayışı, kısa süre içinde bir boşluk, amaçsızlık, narsisizm ve içsel dayanak eksikliği üretti. Çünkü özgürlük ile sorumluluk, yapı ve sınır arasındaki denge bozulmuştu.

Ben bu başlıkta ele alınanları içselleştirmekte açıkçası zorlanıyorum. Anlatılanlar büyük ölçüde Amerikan deneyimine dayanıyor ve Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğiyle neredeyse hiç örtüşmüyor. Bizim topraklarda özgürlük algısı hiçbir zaman böyle yaşanmadı. Bu nedenle bu bölümde yazılanları ancak dışarıdan bir gözlemci gibi değerlendirebiliyorum.

a. Kendiliğin Yitimi Tehditi

Bu başlık çok Amerika içerikli bir başlık olmuş alıntı yapacak çok fazla şey bulamadım.

Rollo May bu alt başlıkta, 1960’ların başarısız özgürlük hareketlerinin ardından 1970’lerde gençlerin içe kapanarak yeni bir “benlik arayışı” akımına yöneldiğini; terapi, Doğu mistisizmi, yoga, meditasyon gibi içsel yöntemlere sarılmalarının aslında benliğin kaybolma tehdidine karşı bir savunma olduğunu anlatıyor.

b. Ben Ben Olursam Özgür Olacak mıyım? ( If I Am Me, Will I Be Free?)

Sayfa 179

Ben benim” tavrı, er ya da geç hüsrana uğrar; çünkü özgürlüğün her ifadesini sınırlayan verili yaşam örüntüsüyle yüzleşmekten kaçmaya çalışır.

Doğduğumuz anda göbek bağının kesilmesi, özgürlüğe giden uzun ve çileli yolun ilk adımıdır. Bu yol sayısız güçlüklerle doludur ama aynı zamanda pek çok sevinçle de bezelidir; bu yol özerk bir birey olma sürecidir. Elbette tam anlamıyla hedefimize asla ulaşamayız. Ama şunu bilmeliyiz ki yola doğru bir şekilde başlamanın tek yolu, insanın toplumsal bir varlık olarak kendi verli yaşam örüntüsü ile yüzleştiğini, kabul ettiğini veya onunla çeşitli şekillerde ilişkiye girdiğini fark etmesidir.

Eğer bir insan ilişkisinde sınır yoksa, diğerinin içinde gidilemeyecek bir yer yoksa, o zaman öğrenilebilecek tatmin edici bir ilişki de yoktur. Bilinçdışı (unconscious) kavramı eskiden bunu sağlardı, ancak şimdi herkes hayallerini ulu orta sergilediği için artık bunu sağlamıyor. Bir ideal amaç olarak değerine rağmen, tam bir kendini şeffaflık hem imkansız hem de istenmeyen bir durumdur. Gizli benliği—o kutsallar kutsalını—saklamak, şeffaflık kadar önemlidir.

yorumum

Yukarıdaki alıntıda iki temel konu var: birisi şeffalıkla ilgili diğer özerklikle. Şeffaflık ile sırlara sahip olmak arasındaki dengeyi kurmak gerekiyor. “Dürüst olacağım” derken hiçbir sırrı olmayan bir insana dönüşme riski doğuyor. Şeffaflık çok ilgi çekici bir konu olmakla birlikte, ben daha çok özerkliğe dair tespitler üzerine yorum yapmak istiyorum.

Her ne kadar kendimiz olmak istesek de içine doğduğumuz toplum bizi ciddi biçimde sınırlıyor. Tek başına bir adada yaşamıyorsun; bir grubun içine doğuyor ve o grubun kurallarına tabi oluyorsun. Bu kurallar ahlaksız, yanlış, hasta ya da zararlı olabilir —ki çoğu zaman böyledir— yine de o toplumun bir üyesi olarak yaşamak zorundasın. Burada çok ciddi bir sorun var. Edgerton’un Hasta Toplumlar kitabında bunun onlarca örneğini gördük. İçine doğduğumuz toplumların gelenekleri ve alışkanlıkları çoğu kez yanlış, sağlıksız ve hatta yıkıcı olabiliyor. Yamyam bir topluma doğduysan başka seçeneğin yok, sen de yamyam oluyorsun. Kadın sünneti uygulanan bir kültüre doğduysan klitorisin kesiliyor. Bebeklikten itibaren beynin bu normlara göre şekillendiği ve alternatif bir hayatı görme şansın olmadığı için, sana sunulan kaderi çaresizce yaşamak zorunda kalıyorsun. Belli bir yaşa gelip de içine doğduğun kültürle uyumsuz hale geldiğinde sorun yaşaman kaçınılmaz oluyor.

Bu gerçekten büyük bir çıkmaz. Bir şekilde yirmili yaşlara geliyorsun ve içine doğduğun “verili örüntü” seni çoktan şekillendirmiş oluyor. Artık olabileceğin versiyonlardan sadece biri haline gelmişsin. Bambaşka biri olmuş, yaralı, sakatlanmış, zayıflamış, güçsüzleşmiş, donanımsızlaşmış olabileceğin gibi; sağlıklı, güçlü ve kendi ayakları üstünde durabilen biri de olabilirsin. Eğer kendinden memnunsan sorun yok; peki ya kendinle derdin varsa?

Kendi durumunu fark ediyor ve iyileşmeye çalışıyorsun. Sahip olduğun değersizlik duygularıyla, duygularını anlama ve kabul etme çabalarınla uğraşıyorsun. Yıllarca sevilmemiş, hor görülmüş, aşağılanmış, kişiliği bastırılmış olabilirsin. Kim olduğunu keşfedememiş, korkak, tedirgin, güvensiz biri haline gelmiş olabilirsin. Ve tüm bunların sorumlusu içine doğduğun verili örüntü: aile, kültür, ülke, genetik yapı, gelenekler… Seni bu hale getiren bunlar. Şimdi sana deniyor ki: “Bu sınırları gör. Bunları değiştirme imkânın yok. Elindeki malzeme bu. Bu malzemeyle hayatını şekillendir. Geçmişinle mücadele etme; sorumluluğu üstlen, ayaklarının üstünde dur, özgür ol.”

Diyelim ki bu aşamayı da geçtin. Sana verilen hayatın sınırlarını gördün, anladın ve kabul ettin. Artık değiştiremeyeceğin şeylerle uğraşmayı bırakmış, elinde olanlarla yoluna devam etmeye başlamışsın. Seni bu hale getiren geçmişinle yüzleşmiş, aileni anlamış, kendini sevmeye ve kabul etmeye başlamışsın. Peki şimdi ne olacak? İçine doğduğun toplum hâlâ aynı değil mi? Yamyamsa yamyam; kadın sünneti varsa devam ediyor; din, milliyetçilik ve benzeri toplumsal kurumlar aynı şekilde sürüyor. Toplum hâlâ cahil, eğitimsiz; kötülük hâlâ sıradan ve normal. Bu durumda bile iyi olmak zorunda değil miyiz?

Peki alternatif ne? Vaz mı geçelim? Maalesef “görmek”, “algılamak”, “farkında olmak” bir tür lanet. Bir kez başladı mı geri dönüşü yok. Ya otomatik pilotta yaşayacak ve hiçbir şeyi sorgulamayacaksın; ya sana dayatılan hayatı düşünmeden kabul edeceksin; ya da her şey yolundaymış gibi davranmaya devam edeceksin: beceremediğin halde beceriyormuş, çözemediğin halde çözüyormuş, yaşayamadığın halde yaşıyormuş gibi… Bunlar sana uymuyorsa geri dönmen zaten zor.

Bir kez bir şeylerin yolunda gitmediğini görmüş, mutsuz olduğunu fark etmiş, potansiyelini gerçekleştiremediğini hissetmiş ve başka türlü olabilme ihtimalini anlamışsan, nasıl vazgeçebilirsin? Elindeki malzeme az olabilir ama yine de o malzemeyle bir şeyler üretmekten başka çare yok.

Rollo May’in dediği gibi: özerklik yolculuğunun ilk adımı, sana verileni görmek ve kabul etmektir. Her şey bununla başlar. Aksi halde, yüzdüğü denizde suyun farkında olmayan bir balık gibi yaşarsın.

sayfa 180

Yeni narsisizm, beraberinde gerçekliğe yönelik bir güvensizlik getirdi; sanki hiçbir şeyin gerçekten “gerçek” olduğundan emin olamazmışız gibi. Bu nedenle insanlar, dünyada bir dayanak bulamayınca çaresizce kendi içlerine yönelip orada bir tutunma noktası aradılar. …

Asıl tehlike, kişinin kendi gerçekliğinden emin olamayışıdır. Teknolojinin egemen olduğu dünyamızda benlik giderek daha önemsiz hale geliyor. Sadece ‘şimdi’ye odaklanmak; geçmişten veya gelecekten teselli ya da güç alamamak; kendine bağlanamamak çünkü “ben”in gerçekten var olup olmadığından emin olamamak; amaçsızlık hissi; belirsiz bir keder… Ve tüm bunların kolayca ağır bir depresyona dönüşme tehdidi — bütün bunlar, insanın kendisiyle dünya arasındaki ilişkide temel bir şeylerin bozulduğunu haykıran belirtilerdir. Yeni narsisizm ve “ben çağı”, kişinin kendi gerçekliğinin bozulduğuna dair belirtilerdir. Artık her ilişkiyi sorgulamak zorunda kalıyoruz ve aldığımız cevaplar hep çelişkili çıkıyor.

sayfa 181-182

Kişinin benliğinin bir verili yaşam örüntüsü duygusu olmadan var olabilmesi mümkün değildir. Hastalık, felaket, şans, başarı, yeniden doğuş, ölüm ve benzeri olgulara nasıl karşılık verdiğimiz belirleyicidir; çünkü bu karşılıkların örüntüsü, benliğin verili yaşam örüntüsü ile kurduğu ilişkinin ta kendisidir. Sonuçta benlik duygusu, kişinin özgürlüğü ile verili yaşam örüntüsü arasındaki ilişkinin üzerine kurulur.

Bu nedenle benliğin gerçeklik duygusunun kaybının nedeni, verili yaşam örüntüsünü denklemin dışına atmış olmamızdır. Reklamların bize “sınırsız” olduğumuzu, “gökyüzünün sınır olduğunu,” “%100 kazanan” olacağımızı, “kendi kaderimizi tamamen kendimizin yarattığını” söylemesine gizlice inanma eğilimindeyiz. İşte bu inanç, insan varoluşunun iniş çıkışlarıyla karşılaşırken hem gerçeklik duygumuzu hem de macera duygumuzu elimizden alır. “Eğer ben ben olursam özgür olurum” düşüncesi kesinlikle yanlış bir yoldur; çünkü özgürlüğe gerçeklik kazandıran verili yaşam örüntüsü duygusundan yoksundur. Bu yol özgürlüğe değil, izolasyona ve yabancılaşmaya götürür.

yorumum

Yukarıdaki alıntılardan ben şunu anlıyorum: Eğer kendini anlamak, ne yaşadığını kavramak ve “Ben kimim?” sorusuna gerçek bir yanıt bulmak istiyorsan, nasıl bir örüntü içinde yaşadığının farkında olman gerekir. Bu durum biraz Einstein’ın görelilik ilkesine benziyor.

Uzay boşluğunda saatte 100 km hızla gitmekle 1 milyon km hızla gitmek arasında bir fark yoktur; çünkü hızını ancak başka bir noktaya göre karşılaştırdığında anlayabilirsin. Sürtünmesiz bir ortamda hareket edip etmediğini dışarıdan bir referans noktası olmadan bilemezsin. Yani hareket dediğimiz şey bile aslında görecelidir.

“Ben kimim, neredeyim, ne yapıyorum, bu dünyada ne işim var?” gibi sorular da içine doğduğun dünya ile anlam kazanır. Seni sen yapan şeyler, içinde bulunduğun koşullarla ilişkilidir. Gökten zembille inmediğine göre, bir ailede, şehirde, ülkede, kültürde ve belirli bir zamanda doğdun. Dolayısıyla kim olduğun tüm bunlardan bağımsız değildir.

“Verili yaşam örüntüsü duygusu/hissi/sezgisi” (sense of destiny) kavramı bu açıdan ilginçtir. Rollo May bunu bir “his” olarak adlandırıyor. Yani bunu yalnızca akılla kavramaktan değil, daha çok içsel bir farkındalıkla sezmekten söz ediyor. İçine doğduğumuz dünyanın bizim sınırlarımızı belirlediğini görmek gerekir. Bunu fark etmek, kişinin kendi “haddini” bilerek, yani gerçekliğe uygun şekilde yaşamasını mümkün kılar.

c. Narkissos Miti ve İntikam

sayfa 185

Eskimiş bir dogma vardır: Eğer kendinizden nefret ediyorsanız başkalarını sevemezsiniz — bu doğrudur.  Ama bunun tersi — yani kendinizi seviyorsanız otomatik olarak başkalarını da seveceğiniz — doğru değildir. Narkissos’un Echo’yu reddetmesi bu durumu dramatik biçimde gösterir. Pek çok insan, başkalarını sevmenin daha zorlayıcı talebiyle yüzleşmek yerine, kendini sevme fikrini bir tür kaçış olarak kullanır. Genelde “kendini sevme” diye adlandırılan şey aslında kendine özen gösterme (self-caring) olmalıdır; ki bu da özsaygıyı, özdeğeri ve kendini onaylamayı içerir. Bu ayrım bizi, Narkissos mitinde canlı biçimde görüldüğü gibi, kendine özen gösterme ile başkalarını sevme arasındaki karışıklıktan kurtarır.

Başkalarını sevme özgürlüğüne sahip olmak, hem kendini onaylamayı (kabul etmeyi) hem de paradoksal biçimde kendini ortaya koymayı gerektirir.  Aynı zamanda;

  • şefkati,

  • başkasını onaylamayı (kabul etmeyi),

  • rekabeti mümkün olduğunca gevşetmeyi,

  • sevilen kişinin iyiliği için zaman zaman kendini geri çekebilmeyi,

  • merhamet ve bağışlama gibi kadim erdemleri de gerektirir.

Sevme eyleminde karşındaki kişi senin verili yaşam örüntündür. Kendine özen gösterme ile başkasını sevme arasındaki bu diyalektik kutuplar birbirini besler ve güçlendirir. Neyse ki bu paradoks ne kaçılabilir ne de çözülebilir; sadece yaşanabilir.

Yorumum

Hem kendini kabul edeceksin hem de kendini ortaya koyacaksın. Hem kendinde bulunanlara sahip çıkacak hem de gerektiğinde ödün vermeyi göze alacaksın. Bir şeyi yargılamadan olduğu gibi kabul etmek nasıl mümkün olabilir ya da mümkün müdür? Burada hem çözüm hem de ciddi bir karmaşa var. Sanki imkânsız bir şey söylüyor gibiyiz ama aynı zamanda çözümü de içinde barındırıyor. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey varsa bunu kabul etmek zorunda mısın? Hoşuna gitmiyorsa demek ki bir sorun vardır. Asıl mesele burada: normalde sorun olmayan şeyi sorun etmek asıl problemdir. Utanmak, korkmak, sıkılmak herkes için doğal özellikler; fakat sen bu duygulara sahip olduğun için kendini aşağı, zayıf, kötü ya da beceriksiz hissediyorsan işte orada sorun başlar. Bu nedenle neyin  gerçekten “kötü” olduğunu anlamak önemlidir.

Buradan şu sonuç çıkmamalı: “Bende her ne özellik olursa olsun bunu kabul etmeliyim.” Mesela yalancıysan, hasetsen, dedikoducuysan ve bunları fark ettiğin hâlde seni rahatsız etmiyorsa asıl sorun buradadır. Çünkü tüm duygular ve davranışlar aynı kategoride değildir; bazıları insani ve kabul edilebilirken, bazıları insana ve ilişkilere zarar verir. Önemli olan bu ayrımı yapabilmektir. Peki bir özelliğin benim yanlış algımdan mı kaynaklandığını, yoksa gerçekten zararlı bir davranış olduğunu nasıl anlarız?

Herhangi bir duygu, her ne olursa olsun, ortaya çıkmışsa bunun bir anlamı vardır. Kendimize yakıştıramadığımız duygular bile özünde bir bilgi taşır. İnsanlığın gerçekliğini inkâr etmenin bir anlamı yoktur. Aslında var olan bu duyguların hepsinin bir işlevi vardır; fakat biz onlara sahip olmak istemeyiz. Örneğin kıskançlık, korku, utanç, öfke, haset, yalnızlık, kırılganlık, suçluluk, nefret, yetersizlik hissi, karanlık düşünceler, kibir ve küçümseme gibi duygular insan olmanın doğal parçalarıdır.

Bu duygulara sahip olmak bir şeydir, bunları davranışa dönüştürmek başka bir şeydir. Bu duygulardan birine sahip olmak bizi kötü, zayıf, yeteneksiz ya da başarısız yapmaz. Kendini kabul etmek, bu duygulara sahip olduğumuz anda onları fark edip kabul etmek demektir. Bir duygu ortaya çıktığında iki seçeneğimiz vardır: Ya bu duyguyu kendimize yakıştıramayıp yok sayarız, görmezden geliriz, bastırırız; ya da bu duyguyu fark eder, anlar ve yönetiriz.

Örneğin haset duygusuna sahip olmak ne anlama gelir? Haset, başkasının sahip olduğuna yönelik arzuyu ve bunun yarattığı yetersizlik hissini gösterir. Sorun “başkasında olan bir şeyi istemek” değildir; sorun bu isteğin sende yarattığı eksiklik duygusudur. Bu duyguyu bir işaret olarak görebilirsin: “Neye ihtiyacım var? Hangi konuda eksik hissediyorum? Bu duygu neden bu kişi ya da bu durum tarafından tetiklendi?” Duyguyu bastırmak yerine onu anlamak ve yönetmek gerekir. Haset duygusuna sahip olmak, seni kötü biri yapmaz; haset duygusu sana karşındaki kişiye davranışını kötüleştirirse sorun o noktada başlar.

Haset duygusu ortaya çıktığı anda bunu fark etmek ve neden ortaya çıktığını görmek gerekir. Bu duygu, atılması gereken bir adımın tetikleyicisi olarak kullanılmalıdır. Çünkü genellikle eksikliğini hissettiğin şeye ulaştığında sorun ortadan kalkar. Ancak ulaşılması mümkün olmayan, sınırlarının ve sahip olduğun sermayelerin ötesindeki bir şeye karşı duyulan haset bambaşka bir şeyi işaret eder: Verili Yaşam Örüntünü fark etmediğini.

Ulaşamayacağın bir şey için haset duyuyorsan bu, kendi sınırlarını, imkânlarını ve potansiyelini doğru görmediğin anlamına gelir. Rollo May’in “Verili Yaşam Örüntüsünü görmek özgürleştirir” derken kastettiği, tam da bu gerçekçi bakıştır. Futbol yeteneği olmayan birinin Ronaldo olmaya haset etmesi, fiziksel olarak erişmesi imkânsız bir güzelliğe sahip birine özenmesi ya da ülkenin en zengin insanının hayatına gıpta etmesi ne anlama gelir? Hepsi, kişinin gerçekçi olmayan bir karşılaştırma içinde olduğunu ve kendi yaşam koşullarını kabul etmediğini gösterir.

Kendini kabul etmek, sadece güçlü yönlerini değil; eksiklerini, sınırlılıklarını, doğuştan gelen yetersizliklerini ve geri kalmışlıklarını da kabul etmek demektir. Bir Afganlının bir Amerikalının hayatına haset etmesinin anlamı nedir? Ya da hiçbir zaman sahip olamayacağını bildiğin şeylere özenmek insana ne sağlar? Bu tür haset, kişiyi büyütmez; aksine kendi gerçeğinden kaçmasına neden olur.

Akıllıca olan, ulaşılabilir hedefler belirlemek ve haseti bu hedeflere yönelik bir pusula olarak kullanmaktır. Ulaşamayacağın bir şeye duyulan haset ise Verili Yaşam Örüntüsünü görmemek, gerçeklikle bağını kaybetmek ve kendi olanaklarını doğru değerlendirememek anlamına gelir.

Korku duygusunu ele alalım. Korku, bir tehdit algısı karşısında bedeninin otomatik savunma sistemlerinin devreye girmesidir. “Tehlike var”, “Sınırlarını aşıyorsun”, “Hazır ol” gibi sinyaller verir. Bu da sana nerede kırılgan olduğunu, nerede daha hazırlıklı olman gerektiğini, kendini nasıl koruman gerektiğini öğretir.

Bu tür analizler her duygu için yapılabilir. Çünkü bu duyguların tamamı—korku, utanç, öfke, haset, yalnızlık, kırılganlık, suçluluk, nefret, yetersizlik hissi, karanlık düşünceler ve kibir/küçümseme—insan olmanın doğal parçalarıdır ve bir karakter kusuru değildir. Hepsi birer içsel bilgi taşıyıcısıdır. Korku kırılganlığımızı ve korunma ihtiyacımızı; utanç sosyal bağlardaki hassas noktaları; öfke sınırlarımızı; haset arzularımızı ve eksiklik alanlarımızı; yalnızlık bağ kurma gereksinimini; kırılganlık duygusal derinliğimizi; suçluluk değerlerimizi; nefret uzak durmamız gereken zehirli alanları; yetersizlik hissi gelişme ihtiyacımızı; karanlık düşünceler içsel çatışmalarımızı; kibir ve küçümseme ise gizli utançlarımızı ve savunmalarımızı gösterir. Bu nedenle duygular kötü değildir; önemli olan onları fark etmek, içindeki mesajı okumak ve davranışı bilinçle yönetmektir.

Aslında şunu da görebiliyorum: Birini sevdiğinde bu tesadüf değildir. Bir kişinin senin sevme alanına girmesi rastlantı olamaz; çünkü yaşamın verili örüntüsü zaten kimleri sevme ihtimalin olduğunu belirler. Sahip olduğun sermayeler—fiziksel görünümün, genetik yapın, kendine güvenin, iletişim tarzın, karakter yapın, geçmiş deneyimlerin—kiminle ilişki kurabileceğini de şekillendirir. Dolayısıyla kimi seveceğin ya da kiminle kendini eş göreceğin aslında o kadar da karmaşık değildir.

Asıl mesele kendini sevme meselesidir. Rollo May’in “kendine özen gösterme” dediği şey burada devreye girer. Özsaygı, özdeğer ve kendini onaylama sevginin temelidir. Bir insan durup dururken kendine saygı duymaz, değer vermez, kendini onaylamaz; bu durumun kökleri mutlaka çocukluktaki ilişkilerde yatar. Çocukken doğru biçimde sevilmediysen, büyüdüğünde kendini doğru şekilde sevemezsin. Kendini sevilmeye değer biri olarak göremezsin. Kendini ortaya koyman için kendine güvenmen gerekir; kendine güvenebilmen için de önceden güvenilmiş olman gerekir. Sahip olduğun özelliklerin değerli olduğunu hissedebilmen için çocukken bunların onaylanmış olması gerekir. Eleştirilmeden, yargılanmadan, aşağılanmadan yaşayabileceğini bilmen gerekir. Sürekli eleştirileceğini, yargılanacağını, kızılacağını, sevilmeyeceğini düşünüyorsan kendine güvenmen nasıl mümkün olur?

Bir başkasını sevmek için önce kendini kabul etmen gerekir. Değerli olduğunu anlamadan, kendini sevmeye başlamadan bir başkasını gerçek anlamda göremezsin. Karşındaki kişiyi olduğu gibi görmek için önce kendini olduğu gibi kabul etmelisin. Diğer insanı düşman, tehdit, seni kullanacak biri, seni üzecek biri olarak algıladığın sürece sevgi mümkün değildir.

Dünyayı, yaşamı ve insanları çarpık algıladığında gerçekliği olduğu gibi değil, kendi yanlış bilincinle görürsün. Bu durumda yaşadığın şeyler de gerçek olmaz; kendi çamurunda debelenir durursun. Aslında olanı olduğu gibi değil, öğrendiğin sağlıksız kalıplarla yorumlarsın. Böyle olunca da yaşaman gereken doğal hayatı değil, sana öğretilmiş sağlıksız hayatı yaşamaya devam edersin.

Çatlak bir aynaya bakan bir figür; aynanın merkezinde idealize edilmiş parlak benlik, çevre parçalarda ise haset, korku, utanç ve yalnızlık gibi gölgeli yüzler görülüyor. Aynayı çevreleyen ince ağ, verili yaşam örüntüsünü simgeleyen küçük ikonlarla işlenmiş.

Karanlık bir arka planda duran tek bir figür, karşısındaki büyük ve çatlak bir aynaya bakıyor. Aynanın merkezindeki büyük parça, figürün idealize edilmiş, parlak ve tüm kusurları düzeltilmiş benliğini yansıtıyor. Ancak çatlakların dağıldığı diğer parçalar, onun gölgeli yüzlerini gösteriyor: haset, korku, utanç, yalnızlık gibi bastırılmış duygular silik yüzler olarak aynanın çevresinde beliriyor.

Aynayı çevreleyen ince dairesel yapı, verili yaşam örüntüsünü simgeleyen bir ağ gibi işlenmiş. Bu ağın üzerinde aile, kültür, ülke, tarih, ekonomik koşullar gibi küçük ikonlar çok silik bir biçimde yer alıyor. Figürün arkasındaki karanlık, hem bilinçdışını hem de kişinin kendisiyle yüzleşmenin zorluğunu temsil ediyor. Görsel, insanın kendi ideal benliği ile karanlık yönleri arasındaki gerilimi; özgürlük arayışı ile kader arasındaki çatışmayı simgesel bir dille anlatıyor.


Yorumlar


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page