Rollo May Freedom and Destiny Özgürlüğün Karakteristikleri Duraklamanın Önemi 9
- Okunduğu Gibi
- 2 gün önce
- 13 dakikada okunur
Rollo May Freedom and Destiny (Özgürlük ve Yaşamın Verili Örüntüsü) kitabının 3. ana başlığına geldik. Bu ana başlık altında 3 alt başlık var. Bu yazıda "Duraklamanın Önemi" adındaki ilk başlığın değerlendirmesini yapıyorum. Bu başlıkta nasıl özgür olacağımıza dair bir konuya odaklanıyor. Durmak, dinlemek, farketmek gibi konuları işliyor.
Üç - Özgürlüğün Karakteristikleri
9. Duraklamanın Önemi
a. Sessizliğin Dili
b. Zaman ve Ara
c. Yaratıcılık ve Simge
d. Boş Zaman ve Duraklama
e. Ruh (Psyche) ve Benlik (Ego)
f. Meditasyon ve Kutsal Boşluk
10 Özgürlüğün Baş Dönmesi
Kaygı ve Duraklama
Kaygı ve Keşif
Kaygılı Kahin
Dogmatizm Özgürlük Korkusudur
11. Hastalıkta ve Sağlıkta Özgürlük Ve Destiny
Batı Tıbbı ve Büyük Devrimi
Batı Tıbbında Akupunktur ve Doğu Etkisinin Yükselişi
Hastalık ile Sağlık Arasındaki Denge
IX. Duraklamanın Önemi
Sayfa 203-204
Önceki bir bölümde özgürlüğü, her yönden gelen uyaranların ortasında duraklayabilme kapasitesi ve bu duraklamada, bir yanıt yerine diğer yanıtı seçme yönünde kendi ağırlığımızı koyabilme yetisi olarak tanımlamıştık. Buradaki kritik terim —ve bazı açılardan en ilginç olan— “duraklama” (pause) denen o küçük kelimedir. Özgürlük, bağımsızlık ya da kendiliğindenlik (liberty, independence, spontaneity) gibi kavramlar yerine böylesine küçük ve basit bir kelimenin önemli olması ilk bakışta garip gelebilir. Hele ki, bir eksikliği, bir yokluğu, bir ara boşluğu, bir duraksamayı ifade eden bu kelimenin bu kadar anlam yüklenmesi daha da şaşırtıcıdır. Özellikle Amerika’da “pause” kelimesi, bir boşluğu, henüz doldurulmamış bir alanı, bir hiçliği —ya da daha doğrusu bir “şey olmayışı”nı— ifade eder.
Duraklama, özellikle “olma özgürlüğü” için —benim özsel özgürlük dediğim şey için— çok büyük önem taşır. Çünkü özgürlüğün ortaya çıktığı bağlamı deneyimlediğimiz yer tam da bu duraklamadır. Duraklama anında merak ederiz, düşünürüz, hayranlık duyarız ve sonsuzluğu tasavvur ederiz. Duraklama, hem özgürlük hem de verili yaşam örüntüsü kavramlarına kendimizi bir anlığına açtığımız andır.
“Duraklama” kelimesi, tıpkı “özgürlük” kelimesi gibi, ne olduğundan çok ne olmadığıyla tanımlanan bir şeyi ifade eder. Özgürlüğün neredeyse evrensel olarak bir “olmayış” üzerinden tanımlandığını gördük —örneğin kısa bir tanımda şöyle denebilir: “Özgürlük, kimseye ve hiçbir şeye bağlanmadığın zamandır.” Benzer biçimde duraklama da hiçbir şeyin olmadığı bir zaman dilimidir. Peki “duraklama” kelimesi bize sadece özgürlüğün neden “olumsuz” bir sözcük olduğunu değil, aynı zamanda dilimizde en olumlu ve en sevilen kelimelerden biri olmasının sebebini de açıklayabilir mi? Antropolog Dorothy Lee'nin belirttiği gibi: “Hiçliğin bir şey olarak kavranması, Hindistan filozoflarının ‘varolmayan’ın bütünlüğünü görmelerini, boş alanı adlandırmalarını ve bize sıfır kavramını vermelerini mümkün kılmıştır.”
yorumum
Bunları okuyunca aklıma odaklanmak geliyor. İnsan bir iş yaparken, doğal olarak yaptığı işe odaklanır; çünkü insan zihni aynı anda iki şeyi birden düşünemez. Ancak durup beklediğinde —yani otomatik şekilde bir şey yapmadığında— yaptığı şeye değil, seçtiği şeye odaklanma imkânı ortaya çıkar. Böylece en azından bilinçli bir tercihle düşünme fırsatı doğar.
sayfa 205
Özgürlük, dünyamızda sayısız duraklama anında deneyimlenir; ve bu duraklamalar ilk bakışta olumsuz gibi görünse de, aslında mümkün olan en olumlu durumdur. En nihai paradoks şudur: Olumsuzlama, olumlamaya dönüşür. (negation becomes affirmation - olumsuzlama, inkar, yokluk, - doğrulama, olumlama, evetleme ) Böylece özgürlük, en çok sevilen kelime olarak kalır; bizi en kolay heyecanlandıran, en çok arzulanan koşul olur — çünkü özgürlük, sürekli olarak henüz gerçekleşmemiş olasılıkları ortaya çağırır. Aynı durum “duraklama” için de geçerlidir. “Hiçbir şey olmayan” bu an, aslında en açık biçimde bir “şey”i konuşur. Hayatımızda boş olanın dolu olabilmesi, olumsuzun olumluya dönüşebilmesi, boşluğun en çok şeyin gerçekleştiği yer olabilmesi paradoksaldır.
yorumum
Durmanın önemini anlıyoruz ama bunu nasıl yapacağımız henüz açık değil. Sanırım burada meditasyon benzeri bir duruştan söz ediliyor. İnsan durup kendi seçtiğine odaklanmayı başardığında peki neyi duyar? Duran ve bilinçli bir şekilde dinleyen insan, aslında neyi işitir?
a. Sessizliğin Dili
sayfa 207-208
Duraklamanın önemi, katı neden–sonuç zincirini kırabilmesidir. Duraklama, Pavlov’un bilardo topu sistemi gibi işleyen otomatik tepkileri bir anlığına askıya alır. İnsanın yaşamında tepki artık körü körüne uyarıyı takip etmez; iki şey arasına hayal gücümüz, düşüncelerimiz, değerlendirmelerimiz ve içsel sorgulamalarımız girer. Duraklama, hayret duygusunun ön koşuludur. Duraklamadığımızda — bir randevudan diğerine, bir “planlanmış etkinlikten” diğerine sürekli koştuğumuzda — hayretin zenginliğini feda ederiz. Ve böylece kendi verili yaşam örüntümüzle olan bağımızı da kaybederiz.
Yorumum
Duraklama sorununu hem kendimde hem de başkalarında görüyorum. Burada anlatıldığı şekliyle değil belki, ama kendi tarzımda duraklamaktan kaçtığımı fark ettim. Ben de bunu sürekli okuyarak, ders çalışarak ve kendimi meşgul edecek bir şeyler bularak yaptım. Çünkü durursam nasıl bir boşluk içinde olduğumu göreceğimi biliyordum. Durursam içinde bulunduğum buhrana bir çözüm üretmem gerekeceğini biliyordum. Bu yüzden sorunlarım yokmuş gibi davranmak işime geldi. Bir şekilde yaşamamayı seçtim. İlk başta içimde istek yoktu, sonra da bu monotonluğu normalleştirdim.
Zamanla ruh hâlim düzeldi ama kendimi yine de tuttum; yaşamak yerine bekledim. Korkumu, tedirginliğimi atmaya çalıştım. Kendime haksızlık etmeyeyim, içine düştüğüm durum kolay değildi. Altı yaşında bir çocukla tek başına kalmak kolay olmadı. Annem destek verdi ve idare ettim, ama hepsi o kadar. Sadece idare edebildim. Bu “felç hali” Pars 6. sınıfa geçene kadar sürdü. Evde tek başına kalabileceğini göze alabildiğimde, yeniden yaşamak için emek harcamam gerektiğine karar verdim. Ne yazık ki bu sırada yaşım 50’ye dayanmıştı.
Sosyalleşmek için koroya başladım. Bu yeni heyecan bana çok iyi geldi. Sıradan hayatıma renk katmıştım. Yeni insanlarla tanışmak, pikniklere ve konserlere gitmek beni canlandırdı. Hatta grup içinden bazı kadınlarla bir şeyler olabilirdi ama olmadı. Bir şekilde panikledim. Zaten terapiye başlamam da bu yüzden oldu. Yolunda gitmeyen şeyi anlamak istedim.
Durmak ve hiçbir şey yapmamak… Sıkılmak… İnsan çoğu zaman kendini dinlemek istemiyor; daha doğrusu kendini dinlemeyi bilmiyor. Sanki dilini bilmediğin bir ülkedeymişsin gibi kalakalıyorsun. Bir ses duyuyorsun ama bu ses sana bir anlam ifade etmiyor. Gürültü gibi geliyor. Bu gürültü seni yoruyor ve kendini daha fazla tüketmemek için bu sesi duymamayı öğreniyorsun. Tıpkı bir mekânda sürekli çalışan bir cihazın sesini bir süre sonra duymamaya başlamamız gibi.
Durduğunda, diğer seslerden kendini izole ettiğinde, ortaya çıkan bu yeni durumda insan kendisiyle konuşmaya başlıyor. İçinde pek çok şey oluyor. İçini dinlediğinde o anda nasıl olduğunu görüyorsun: Kaygılı olabilirsin, huzursuz olabilirsin; içinde bir sıkıntı, karnında bir ağırlık, kalbinde bir yanma, teninde bir soğukluk olabilir. Her ne ise, bir hâl içindesindir. Ve bu hâlden kurtulmak istersin ama sebebini net bir şekilde ortaya koyamazsın.
Yapmak istediğini yapamıyorsundur, söylemek istediğini söyleyemiyorsundur. Peki ama neden? Neden bir başkasının kolayca yaptığı şey senin için bu kadar zordur? Bu korkunun, çaresizliğin, beceriksizliğin arkasında ne vardır? Tamam, kişiliğin, mizacın, genetik yapın, ailenden gördüğün muamele bunlara sebep olabilir; ama neden değişemiyorsun? Seni engelleyen ne?
Vücudun, aklın, zihnin sana bir şeyler söylüyor; fakat sen bu dili anlayamıyorsun. Bu çözümsüzlük hâlinden kurtulmak istediğin için de boş kalmamak adına elinden gelen her şeyi yapıyorsun: TV izlemek, sosyal medyaya dalmak, dışarı çıkmak, spor yapmak, alışverişe gitmek, sinema, tiyatro, konser… Bir arkadaşla buluşmak… Sayısız seçenek içinden birini seçip durmaktan kaçıyorsun.
Ben son altı yılımı okuyarak geçirdim. Bir şekilde yaşamayı beceremediğimi görüyordum ve çare olarak sosyoloji okumayı seçtim.
Çevremdeki insanların büyük çoğunluğu da bu duraklama deneyimini yaşamamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor. Üstelik bunu itiraf bile ediyorlar. “Bir şey yapmadığımda kendimi kötü hissediyorum” diyorlar. Bu histen kaçınmak için de sürekli bir şey yapmak zorunda kalıyorlar.
*********
Yalnızlık, çoğu insan için sadece tek başına kalmak değildir; çok daha derin bir duygusal alanı tetikler. Benim için de öyle. Yalnız kalmayı hiçbir zaman sevemedim. Bunun bir alışkanlık meselesi olduğunu düşünürdüm ama artık görüyorum ki mesele çok daha köklüymüş, kendimi kabul edememekmiş asıl derdim. Kendi duygularımı yok saydığım, bastırdığım, küçümsediğim sürece yalnızlık benim için elbette dayanılmaz olacaktı. Çünkü yalnızlık, en çok kaçtığım şeyi yani kendimi önüme getiriyordu.
Durmayı beceremeyişimin, duraklamaktan korkmamın altında yatan şey tam olarak buymuş. Eğer kendi iç sesimi bastırmazsam, duygularımdan kaçmazsam, hissettiğim her şeyi “zayıflık” ya da “başarısızlık” olarak yorumlamazsam… Evet, belki o zaman yalnızlık benim için bir sorun olmaktan çıkabilir. Belki durmayı, duraklamayı, kendi içimde sessizce kalmayı öğrenebilirim.
Yalnızlık çoğu insanda tek bir duyguyu değil, birbirine geçmiş katmanlı bir korkuları aynı anda harekete geçiriyor. İlk olarak sessizlikle birlikte içe dönmek zorunda kalıyorsun. Bastırdığın duygular, pişmanlıklar, utançlar, kırgınlıklar sessizce kapıyı aralıyor. Yalnızlık bu yüzden ürkütücü; çünkü insan dış dünyanın uğultusu kesilince kendi iç sesini duymaya başlıyor. Sonra, durduğunda anlam soruları yükseliyor: “Ben ne yapıyorum?” “Nereye gidiyorum?”; “Hayatım gerçekten neye benziyor?” Bu sorular kolay değil; insanı huzursuz ediyor. Son olarak, yalnızlık görünmez bir şekilde şunu fısıldıyor: “Seni kimse seçmeyecek.”; “Değerli değilsin.”; “Yalnızsın çünkü yeterli değilsin.” Bu yüzden aslında yalnız kalmak çoğu zaman boşluk değil, benliğe yönelen ağır bir tehdit olarak yaşanıyor. Duraklamak tehlikeli bir hal alıyor.
Kendinle baş başa kalmanın korkutucu olmasının sebebi duygularınla nasıl baş edeceğini bilememek. Duygular benim gibi insanlar için kaçınılması gereken şeyler. Bir kere duygu ile olan ilişki yanlış kurulmuş. Duyguların yoğun olacağını biliyorsun ve onları taşıyamayacağını hissediyorsun bu durumda düz mantık devreye giriyor ve yapamayacağın işin altına girmemeyi seçiyorsun. Bu yüzden meşguliyet üretmek güvenli geliyor: kitap okumak, ders çalışmak, sosyal medyaya girmek, alışveriş merkezi gezmek, içmek… Aslında tüm olay duygularla temas etmemek için.
Yalnızlıkla ilgili diğer bir korku Yüzleşme korkusu. Yalnızlık, insanı kendi gerçeğinin karşısına oturtuyor ve aynaya bakmaya zorluyor. Aynada gördüğün şey nedir? Aynaya bakınca ne görürsün? Nerede yanlış yaptığını görürsün. Neyi inkâr ettiğini fark edersin. Değişmen gerektiğini anlarsın. Yalnızlığın kendisi değil; bu yüzleşme ihtimali korkutucu.
Çocuklukta doldurulamayan duygusal alanlar yetişkinlikte sessizlik anlarında görünür hâle geliyor. Bu boşluk çoğu insana dayanılmaz gelir; çünkü ona nasıl yaklaşacağını bilemiyor. Çocuklukta karşılanmayan duygusal ihtiyaçlar —ilgi, destek, sevgi, sınırlar ve güvenli bağlanma— yetişkinlikte sessizlik anlarında “boşluk” olarak yeniden ortaya çıkar; çünkü çocukken görmezden gelinmiş, sakinleştirilmemiş, sevilmemiş ya da aşırı müdahale edilmiş bir kişi, yetişkin olduğunda ilginin nasıl hissettirdiğini bilemez, duygularını taşıyamaz, sevgiyle temas kuramaz, kimliğini duyamaz veya terk edilme korkusunu yatıştıramaz. Bu nedenle yalnızlık, basit bir sessizlik değil, geçmişte karşılanmamış duyguların yeniden aktive olduğu ve kişinin içsel yaralarının görünür hale geldiği yoğun bir deneyim hâline gelir.
“Seçilmemek” ve “Değer Görmemek” korkuların kökü erken çocukluk deneyimlerinde gizli. Duygusal ihmal, tutarsız ilgi, eleştiriler, değersiz hissettirilme, ebeveynin duygusal uzaklığı…Bu tür deneyimler çocukluk halimizin zihnine şu inancı yazar: “Sevilmek garanti değildir.”; “Her an terk edilebilirim.”; “İlişkide kalmak için çaba göstermek zorundayım.” Yetişkinlikte yalnızlık bu yüzden sadece bir sessizlik değil. Benliğin içine şunu fısıldar: “Kimse seni seçmez.”; “Yeterli değilsin.” Böylece yalnızlık, aslında kırılmış bir kendilik algısının yankısı hâline gelir.
Yalnızlık korkusunun kökü büyük ölçüde duygulardan kaçmak. Yalnız kaldığında duyguların yükselir bu rahatsızlığını artırır ve zihnin kaçış yolları üretir. Bu aslında Kaçınma adını verdiğimiz basit bir savunma mekanizması. Duygularla temas arttıkça yalnızlık nötrleşir. Boşluk hissi azalır. Sessizlik daha dayanılır olur. Kendinle kalmak bir işkence olmaktan çıkar.Yalnızlık artık bir çukur değil, bir iç dünya odası gibi, İnsanın kendisiyle buluştuğu bir alan gibi hissedilir.
Sonuç olarak yalnızlıkla baş edemeyişimin arkasında duygularımdan kaçmam, kendimi kabul edememem, geçmişte iz bırakan değersizlik yaraları, terk edilme korkusu, ve içsel boşluk duygusu var. Kendimi kabul etmeyi öğrendikçe yalnızlığım çözülecek. Duygularımla temas ettikçe yalnızlık tehdit olmaktan çıkacak. İç sesimi bastırmadıkça, kendimi suçlamadıkça, kendi duygularımı “zayıflık” olarak görmedikçe…Yalnızlık artık bir düşman değil, bir öğretmen olacak. Ve belki de o zaman durmayı, duraklamayı ve kendi içimde kalabilmeyi gerçekten başaracağım.
b. Zaman ve Ara
Özgürlük, uyaran ile tepki arasındaki “duraklama” anında doğar; bu an, düşüncenin, sezginin, yaratıcı fikrin, içsel rehberliğin ve gerçek seçimin gerçekleştiği zihinsel–varoluşsal bir boşluktur. Duraklama milisaniyelik kadar küçük olabilir ya da büyük kararlar öncesi günlerce sürebilir; her durumda insanı olasılıklara açar, derin sezgiyi ve bilinç dışı bilgeliği duyulur kılar.
c. Yaratıcılık ve Simge
Rollo May’in “Yaratıcılık ve Sembol” bölümünde anlattığı şey özetle şudur: Yaratıcılığın kaynağı, zihnin duraklama anında açılan boşluk, yani içsel açıklık hâlidir. Bu duraklama pasiflik değildir; tam tersine, sanatçının, düşünürün veya bilim insanının tıpkı bir dalgıcın atlayacağı anı beklemesi gibi “hazır olma”, “tetikte olma”, “alıcı olma” hâlidir.
d. Boş Zaman ve Duraklama
sayfa 217
“Duraklama” dediğimiz boş zaman biçimi de ilginç bir şekilde hem arzu edilir hem de korku yaratır. Sınırsız boş zaman, insanların hayatlarını kaosa sürükleyebilir ve insanlar bu kaosu ‘aşırı özgürlüğe’ bağlayabilirler. Suç, okuldan kaçma, alkolizm, uyuşturucu gibi sorunlara umutsuzca bakan kişiler çoğu zaman suçlu olarak “fazla boş zamanı” gösterirler. Bu insanlar gerçekten de “boş duran eller şeytanın işidir” inancına sahiptir. “Boş zaman” sözcüğü aynı zamanda “özgürlük” veya “duraklama” olarak da okunabilir. Dorothy Lee bu yüzden şöyle der:
“Amerikan boş zamanı mutlaka adlandırılmış oyunlarla, organize eğlencelerle, etiketlenmiş hobilerle, planlanmış aktivitelerle doldurulmak zorundadır. Ve işte bu yüzden ‘yapmak zorunda olmak’ paradoksal biçimde özgürleştirici olabilir.”
sayfa 218
Boş zamanın insanları düşürdüğü bu keskin ikilemi gözlemlediğimizde şu soruyu sorarız: İnsanların boş zamandan duyduğu bu belirgin korku nedir? Amerika’da geleneksel olarak özgürlük —özellikle boş zaman biçiminde olan özgürlük— mekânla ilişkilendirilmiştir. Her zaman gidilecek yeni, keşfedilmemiş bir yer vardı. Toprak özgürdü.
…
Buna karşılık Avrupa’da ise bütün mekânlar uzun zamandır keşfedilmiş, paylaştırılmış ve birilerinin mülkiyetine geçmiştir. Bu nedenle Avrupalıların vurgusu zamana olmuştur. Avrupalılar içe dönük taraflarını geliştirmiş, hayal güçlerinde ve düşüncelerinde özgür olarak dünyanın her yerine “zihinsel olarak” seyahat etmişlerdir. Özgürlük, bedenin özgürlüğünden ziyade zihnin özgürlüğü anlamına geliyordu. Ama Amerika’da bu durum bir sorun yaratır. Artık eşyalarımızı toplayıp başka bir eve —genellikle batıya doğru— taşınmak kolay değildir. Özgürlüğümüz esas olarak boş zamanımızda ne yaptığıma bağlı hâle gelince, özgürlük bir boşluğa dönüşür. Orada bir “varlık” yoktur; bir “hiçlik” hâlidir. Bu durum psikanalizde açıkça görülür.
sayfa 219
Dorothy Lee şu soruyu ortaya atar: “Önceden planlanmış olana bağımlı olan ve kendine güvenme kapasitesini merkeze alan bu özgürlük anlayışı; yaratıcılık, özgünlük ve kendiliğindenliği gerçekten besler mi?” Kendi görüşü ise şudur: “Bence beslemez; belirsizlik, rastlantısallık ve duraklamaların fark edilmesi yaratıcılık için vazgeçilmezdir.” Ben de buna tümüyle katılıyorum. Rastlantı, duraklamaların farkına varma ve boş zamanla yüzleşme—onu aşırı planlayarak yok etmek yerine—kişinin kendi yaratıcı dürtülerine açılabilmesi için gereklidir. Duraklama, bırak özgünlük ve kendiliğindenliği, yaratıcılığın özüdür. Kişi, bilinçdışının ve bilinçöncesinin zenginliğinden yararlanamaz; ancak zaman zaman gevşeyip gerginliğini bırakabildiğinde, sessizliklerin konuşmasına izin verdiğinde yaratıcı içgörü ortaya çıkar.
sayfa 219
Doğru. Yapılandırılmamış özgürlük, çoğu insanın uzun süre boyunca yüzleşmesinin zor olduğu bir şeydir. Ama bunun “orta yolları” da vardır ve boş zamanın kullanımı bu kategoriye girer. Özgürlüğümüzün yapıcı sınırlarını, sahip olduğumuz bağlılıklar ve yaşadığımız mitler belirler. Bu sınırlar içinde boş zaman anlam kazanabilir. Boş zamanı:
rastlantısal düşünceler için,
dalıp gitme ve içsel hayaller için,
ya da yeni bir şehirde amaçsızca dolaşmak için
kullanabiliriz.
Evet, bu zaman “boşa geçmiş” gibi görünebilir. Ama kim diyebilir ki bu “boşa geçmiş” zamanlar, en önemli fikirlerimizi, yeni deneyimlerimizi, yeni vizyonlarımızı getirmeyecek? “Bırakmak” ve “olmasına izin vermek”, insanın yapabileceği en önemli şey hâline gelebilir.
Yorumum
Bunları okuyunca aklıma yine “akışına bırakmak” sözü geldi. Benim en çok zorlandığım şey… Akışına bırakmak; sürekli kontrollü olmanın, duygularla yaşayamamanın karşısında duran bir ifade. Terapistim bana ilk kez “akışına bırak” dediğinde bunun ne anlama geldiğini bile bilmiyordum. Bu söz bende hiçbir çağrışım yaratmıyordu. Akışına nasıl bırakılır, en ufak fikrim yoktu. Hâlâ tam olarak yapabildiğimi söyleyemem ama en azından artık ne demek olduğunu hissetmeye başladım. Bu bile benim için büyük bir gelişme.
Sürekli bir şeylerle uğraşmak zorunda hissetmek… Bir şey yapmadığımda kendimi suçlu hissetmek… Bir işe kalkıştığımda kontrolü elden bırakmamak… Her kararın eğrisini doğrusunu düşünmek… Doğru olanı yapmak için üzerimde çok yüksek bir baskı hissetmek… Ömrüm bu bakış açısıyla geçti. Bu benim için “doğru” olan yoldu. Ama bunun içinde büyük bir çelişki de var. Çünkü bu bakışı benimsediğim hâlde hayata geçirmek konusunda zorlandım. “Çalışkan ol, düşünceli ol, emek harca, planlı ol, düşünmeden iş yapma” gibi ilkeleri hep benimsedim ama uygulamakta hep zorlandım. Yani bu yükü taşıyorum ama hakkıyla yerine getiremiyorum.
Belki gerçekten çalışsam, çabalasam, planlı olsam yine sorun olmayacak. Ama asıl sıkıntı şu: Hem kendime bu baskıyı kuruyorum hem de bunu başaramadığım için kendimi suçluyorum. Bu da omuzlarıma iki kat yük bindiriyor. Bir yandan çalışkan olamıyorum, bir yandan olamadığım için kendimi kötü hissediyorum. Üstelik kendimi böyle zorladığım için duygularımı da geri plana itiyorum. Duygularımı bana eşlik eden bir yoldaş değil, bana engel olan bir yük gibi görüyorum. Bu yüzden tutkuları olan biri olamadım. Bu yüzden ne istediğini bilen biri olamadım. Bu yüzden kendimi olduğu gibi görüp, tanıyıp, kabul edip onaylayamadım.
Kendime izin vermeden yaşamaya çalışıyorum. Sürekli bir şeyler yapmak zorundaymışım gibi hissediyorum. Oysa terapinin ikinci ayında hayatımda belki de ilk kez hiçbir şey yapmadan bir dönem geçirdim ve kendimi suçlu veya kötü hissetmedim. Tam anlamıyla huzurlu değildim ama öncesine göre çok daha rahattım. Kendime hiçbir şey yapmama hakkı tanıdım ve bu yüzden kendimi cezalandırmadım. Burada bir değişim olduğunu görüyorum. Akışına bıraktığım söylenemez; hâlâ oradan uzak olabilir, ama bir yol aldığım kesin. Artık kaçmak istemiyorum.
“Sessizliğin Dili” başlığında yaptığım alıntıdan sonra uzun uzun yalnızlıkla nasıl baş edemediğimi anlatmıştım. Bir şey yapmadan duramamanın arkasında yatan gerçek sebebi görebilmek gerekiyor. Neyin bahane, neyin gerçek sebep olduğunu ayırt etmek çok önemli.
e. Ruh (Psyche) ve Benlik (Ego)
sayfa 220
Bir arkadaşım, ona nasıl olduğunu sorduğumda şu sözlerle cevap verdi: “Soğuk algınlığım var, dün gece pek uyumadım, her şey ters gidiyor. Haklı olarak kendimi berbat hissetmem gerekir. Ama aslında oldukça iyiyim.” Ardından şöyle devam etti: “Ruh (psyche) ile benliğin (ego) aynı şey olduğunu iddia edenler yanılıyor. Benliğim kötü durumda; ama ruhum gayet iyi.”
Tarih boyunca insanlar, her birimizin benlik deneyiminde birbirinden tamamen ayrılmayan iki yön bulunduğu gerçeğiyle mücadele etmişlerdir. Bu yönlerden biri ego-benliktir. Freud’un ona haklı olarak yüklediği işlevler şunlardır: Kuşatılmış bir hükümdar gibi olsa da, krallığının farklı bölümleri arasında elinden geldiğince bir uyum sağlamaya çalışır. Gerçekliğin taleplerini değerlendirir, bilinçöncesi fikirleri dengeler ve kişinin bir bütünlük içinde yaşayabilmesi için kabul edilemez bilinçdışı dürtüleri eleyip dışarıda bırakır. Ego-benlik, içgüdüler ve bedensel iyilik hâliyle ilişkilidir. Yaralanmış prestij, alınma, küçümsenme gibi meselelerin önemli bir bölümünü —her ne kadar hepsi olmasa da— ego-benliğe ait sayarım. Ego-benliğin temel sorusu şu formdadır: “İstediğimi alıyor muyum?” Bu nedenle ego-benlik, “benmerkezcilik” kavramıyla ilişkilendirilir.
Diğer yön ise ruh-benliktir (psyche-self); bu yönün amacı “hayatı sürekli ve bütünüyle görebilmektir.” Ruh-benlik, özgürlüğün bağlamıyla ilgilenir. Zaman zaman sözünü ettiğimiz “yükselmiş bilinç hali” ruh-benliğin bir işlevidir. Kişinin çeşitli olasılıklarını tarayan, değerlendiren ve bizim “özsel özgürlük” dediğimiz şeyin merkezini oluşturan taraf odur. ….. Ego-benlik “yapma özgürlüğü” ile, ruh-benlik ise “olma özgürlüğü” ile ilişkilidir.
Yorumum
Rollo May, psyche’nin ortaya çıkabilmesi için ego’nun sürekli kontrol etme ihtiyacının gevşetilmesi gerektiğini söylüyor. Yani ego’nun aşırı kontrol baskısını yumuşatmak şart. Bunun yolu da durmak, yavaşlamak, anlık kararları fazla düşünmeden almak, mükemmel olmaya çalışmamak ve hata yapmaya izin vermekten geçiyor. Fakat ben yıllardır bunların hiçbirini yapmıyorum, hatta yapamıyorum. Bu da şu anlama geliyor: Rollo May’in kavramıyla benim egom, psychemin devreye girmesine izin vermiyor. Ego sürekli olarak “Doğru mu yapıyorum? Yanlış olur mu? Kontrol bende olmalı. Rezil olamam. Beni incitmesinler. Planı bozmayayım.” gibi baskılar kurarak beni yönetiyor.
Aslında yıllardır hissettiğim “dışarıdan izleniyormuşum” duygusu tam olarak bununla ilişkili. Sanki yaptığım her hareketi denetleyen bir dış güç varmış gibi yaşıyordum. Şimdi fark ediyorum ki bu dış güç dediğim şey aslında kendi egommuş. Psyche’nin sesini bastıran, beni sürekli tetikte tutan, özgürlüğümü kısıtlayan bir iç denetçi…
Son zamanlarda kafa yorduğum tüm konuların birbirini tamamladığını görüyorum. Akışına bırakmak, duyguları yok saymamak, duyguları yönetmek, ruhla temas kurmak… Bunların hepsi içimizdeki gizil gücü açığa çıkarmak için kullanılan yollar. Nihayetinde bütün mesele, duygularla nasıl temas kurduğunla ilgili. Duygularını nasıl yönettiğin, nasıl karşıladığın ve nasıl anlamlandırdığın bütün yaşam biçimini belirliyor.
f. Meditasyon ve Kutsal Boşluk
sayfa 223
Çoğumuz modern dünyanın gürültüsü, kargaşası ve kakofonisiyle öylesine meşgulüz ki, yapıcı bir yaşam için enerjimiz kalmıyor. Günlük yaşamımıza biraz dinginlik, biraz içsel düzen katmak, ruhumuza gerçekten sahip olabileceğimiz bir alan açmak, biraz güzelliği deneyimlemeye zaman ayırmak, dostlarımızı tanıyıp onlarla vakit geçirmenin tadını çıkarmak, içimizdeki yaratıcı dürtülerin ya da vizyonların duyulmasına, dinlenmesine ve kendilerine ait bir an bulmasına izin vermek için duraklamayı özlüyoruz.
sayfa 224
Örneğin ben, aşırı yorgunluk, karamsarlık, sorunların yarattığı sıkıntı ya da bunlarla birlikte gelen uykusuzluk tarafından bunaldığım zaman, ego-benlikten bir süreliğine geri çekilmek için duraklayabilirim. Bunu düşüncenin doğrudan zorlamasıyla yapamam. Ama bazen bir mantra yardımıyla, bazen gevşeme yoluyla, bazen de durup “olmasına izin verme”yle yapılabilir. Bu şekilde ruh-benliğe (psyche-self) doğru ilerlemeye çalışırım; burada şeyleri sub specie aeternitatis —“ebediyet perspektifinden”— görürüm; yukarıda sözünü ettiğim acıları artık hissetmem, çünkü o acıları hisseden ego-benlik geçici olarak aşılmış olur. Yorgunluk, sıkıntı, karamsarlık hepsi yok olmuş gibi görünür. Ruh-benlik, o sürünen türdeki acıdan, narsisizmden ve ego-merkezli ıstıraptan kurtulduğunda, sonsuz olasılıklara dair bir farkındalığın kanalı hâline gelebilir. Zen Budistlerinin geri çekilme ve merhamet tavsiyesi ile kastettikleri hâl tam olarak budur.
Meditasyon, kusursuz biçimde, boşluğun, duraklamanın, “hiçliğin” yoğunlaştırılmış hâlidir. Kişiyi hayatın karmaşasından özgürleştirir ve hoş bir baş döndürme ile hafif bir vecd (coşkulu dinginlik) deneyimi yaşatır. Bu baş döndürücü hâl çekicidir; kişi gün içinde en azından belleğinde buna geri dönmek ister. Bu açıdan meditasyon, alışverişlerimizden, teknolojik kültürümüzden, koşturmamızdan bir rahatlama ve özgürleşme sağlar. Meditasyon “büyülü” ve iyileştirici görünür; çünkü kişinin görme biçimini ve varoluşunu yeni bir dünyaya açar— sakinliğe, huzura ve barışa davet eden, canlı renklerle dolu bir dünyaya. Genel olarak meditasyon, mistiklerin anlattığı dünyadan daha düşük yoğunluklu olsa da, nitelik olarak aynıdır: İçinde tatlılık, taşan bir sevgi, her yana sinmiş bir güzellik bulunan bir dünya.

Alacakaranlıkta boş bir odada sandalyede oturan tek bir figür. Dışarıdaki hafif aydınlık ile içerideki yumuşak gölgeler arasındaki karşıtlık, duraklamanın sessizliğini ve askıda kalmışlık hissini anlatıyor.








Yorumlar