top of page

Rollo May Freedom and Destiny Özgürlüğün Karakteristikleri Özgürlüğün Baş Dönmesi 10

Üç - Özgürlüğün Karakteristikleri

Kitabın 10. alt başlığına geldik. Burada özgürlüğün insan üstündeki baş döndürücü ve kaygılandırıcı etkisini görüyoruz. Rollo May burada Özgürlüğün Karakteristiklerinden bir başkasını ele alıyor.

10 Özgürlüğün Baş Dönmesi

a. Kaygı ve Duraklama

b. Kaygı ve Keşif

c. Kaygılı Kahin

d. Dogmatizm Özgürlük Korkusudur

“Size söylüyorum: Dans eden bir yıldız doğurmak isteyen kişi, içinde kaos barındırmalıdır.”

— Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt

sayfa 229-230

Kişisel özgürlük, daha önce hiç yürümediğimiz yollara doğru bir girişim olduğundan, bu girişimin nasıl sonuçlanacağını önceden asla bilemeyiz. Geleceğe doğru atlarız. Peki nereye düşeceğiz? Özgürlükle birlikte bir baş dönmesi, bir sersemlik hissi, bir yükseklik korkusu ve bir dehşet duygusu yaşanır. Bu baş dönmesi yalnızca zihni değil, tüm bedeni etkiler; mide ve uzuvlarda bile hissedilebilir. Baş dönmesinin hem zevkli olabileceğini —lunaparkta hızla dönen bir oyuncakta olduğu gibi— hem de acı verici olabileceğini —panik atağın ilk evrelerinde olduğu gibi— hatırlarız. Bütün bu duygular —baş dönmesi, sersemlik, vertigo, dehşet— özgürlüğe eşlik eden kaygının gölgesi gibidir.

Bazen terapi sürecindeki bir danışan acı/çarpık bir gülümsemeyle (wryly smile) şöyle der: “Bazen sana kızdığımda düşünüyorum da… nörotikken daha iyiydim; o zaman yalnızca tek bir rayda gidiyordum.” “Acı bir gülümseme” diyorum çünkü bunu gerçekten düşünüyor olsa terapiye hiç başlamazdı; zira terapinin amacı tam olarak, kişiyi o katı raylardan, dar ve zorlayıcı eğilimlerden —özgürlüğü engelleyen kalıplardan— çıkarmaktır. Bu çıkış bir rahatlama duygusu getirir. Ama bu, kaygı da getiren bir özgürlüktür.

Kaygı, ne zaman özgürsek potansiyel olarak oradadır; özgürlük kaygıya yönelmiştir ve kaygı da özgürlüğe.  Kierkegaard’ın sözleriyle: “Kaygı, özgürlüğün henüz gerçekleşmemiş bir olanak olarak gerçekliğidir.” Çünkü özgürlük olasılıktır, ve herhangi bir olasılığın sonucu önceden kim bilebilir?

Yorumum

Bu bakış açısı benim için çok rahatlatıcı. Çocukken kendime heyecanlanma hakkı tanırdım. Çünkü çocuktum; tecrübesizdim, bilgisizdim ve yeni bir şey yaptığımda elbette heyecanlanacaktım. Fakat yaşım ilerledikçe ve tecrübem arttıkça, sanki yeni bir şey yaşayacağım zaman heyecanlanmaya hakkım yokmuş gibi davranmaya başladım.

Oysa içimde bir kaygı varsa bu aslında iyiye işaretmiş. Şimdi bu cümleleri okuyunca rahatlamamın nedeni de bu. Benim asıl sorunum, kaygı, korku, endişe ve utanç gibi duygularla kurduğum ilişkiymiş. Bu duygular ortaya çıktığında kendime yakıştıramıyordum. Bu duyguların beliriyor olması, benim yetersiz bir insan olduğum anlamına geliyor gibi algılıyordum. Meğer tamamen yanlış bir bakış açısına sahipmişim.

Özgür hissettiğimiz her anın aynı zamanda kaygıyı da beraberinde getirebileceğini bilmek hoşuma gitti. Ancak burada önemli bir ayrımı görmek gerekiyor: Kaygının da bir sınırı olmalı. Daha doğrusu, özgür olduğum için hissettiğim kaygı ile kendime güvensiz olduğum için hissettiğim kaygıyı birbirinden ayırmayı öğrenmeliyim.

sayfa 230-231

Kaygının hem yapıcı hem de yıkıcı olabileceğini akılda tutmak faydalıdır. Yapıcı yönü uyarıcıdır; insana enerji ve canlılık verir. Kaygı, içimizde taşıdığımız için asla kaçamayacağımız bir öğretmendir. Normalde kaçıp gideceğimiz deneyimleri aydınlatır. Alfred Adler, uygarlığın kaygının bir sonucu olduğunu söylerdi; çünkü mağara insanları, kılıç dişli kaplanla, bizonla ve insan türünü yok edebilecek kadar güçlü diğer hayvanlarla baş edebilmek için düşünmeyi “icat etmek” zorunda kalmışlardı.

Aşırı özgürlüğün getirdiği kaygı ise yıkıcı olabilir; bizi felç edebilir, izole edebilir, paniğe sürükleyebilir. Bastırıldığında kalp rahatsızlıkları ve diğer psikosomatik hastalıklara yol açabilir. Kaygının bu iki yönü, Hans Selye’nin yapıcı ve yıkıcı stres ayrımına paraleldir. Macera duygusuyla yaşayan herkes yapıcı strese katlanmak zorundadır; fakat yıkıcı stres, modern üretim hatlarında gördüğümüz ve insanı paramparça edebilecek aşırı gerginliktir. İşte bu yüzden kişisel özgürlük hem büyüleyicidir hem de insanın sahip olabileceği en değerli koşuldur. Ancak kaygıdan ayrılmaz olduğu için aynı zamanda tehlikelidir ve anlaşılabilir biçimde korkutucudur.

Yorumum

Sanırım asıl mesele, bu iki kaygıyı birbirinden ayırabilmek. Yani kaygı tamamen kötü bir şey değil. Rollo May, eğer kaygıyı doğru kullanmayı bilirsek onun bir öğretmen olabileceğini söylüyor. Bu yüzden çözmemiz gereken asıl sorun, bize zarar veren kaygıdan kurtulmak; yoksa kaygının kendisi değil.

a. Kaygı ve Duraklama

sayfa 231 

Bir önceki bölümde, kaygı hayaletinin tekrar tekrar sahneye çıktığını görmüştük. Duraklama, kişinin kaygıya en açık, en savunmasız olduğu andır. O titrek an… Farklı kararları tarttığımız, geleceğe hayranlık ve merakla ya da başarısızlık korkusuyla baktığımız an. Duraklama, kendimize açıldığımız andır; ve açılmak, kaygıya karşı duyarlılığımızı artırır.

Sessizliği dinlemek”ten söz ederken şunu da belirtmiştik: Pek çok insan sessizliğin getirdiği kaygı yüzünden sessizlikten kaçar. Sürekli bir televizyon veya radyo sesi ararlar; hatta sokakta yürürken ya da eskiden “huzur” mekânları olan parklarda bile bağıra çağıra çalan taşınabilir cihazlar taşırlar.

Yorumum

Ben de bu gruba giriyorum. Evde tek başımayken televizyon açık değilse huzursuz oluyorum. Hatta uyurken bile bir yerden ses gelmesi beni rahatlatıyor. Bunun bir sorun olduğunu biliyorum ama ne yazık ki çözemiyorum. Sessizlik beni çok geriyor. Özellikle uyumaya çalışırken aklımdan o kadar çok saçma düşünce geçiyor ki, bu düşünceler içinde boğuluyorum. Saatlerce bu düşüncelerden kurtulamadığım için bir çözüm bulmaya çalışıyorum; ancak çoğu zaman televizyon bile işe yaramıyor.

Bu durum çocukluktan gelen bir alışkanlık. O yıllarda o kadar çok iç karartıcı şey düşünürdüm ki içim daralır, kalbim sıkışırdı. Üstelik sık sık karabasan görürdüm. Haftada üç dört gece, üzerime çöken o güçle boğuşarak uyanırdım. Aklımın erdiği, sekiz, dokuz, on yaşlarında olduğum o yıllarda sorunlarımı çözemezdim. Günlerim öyle üzgün, dertli, çaresiz ve düşünceli geçerdi ki, nefes alamadığımı hissederdim. Bugün o yılları çok silik anılar gibi hatırlıyorum; ama yaşarken benim için gerçek bir felaketti.

Yani yalnızlıkla, sessizlikle, durup dinlemekle ilgili yaşadığım sorunların kaynağı hiç de kolay geçmeyen bu yıllar. O kadar çok üzüldüğüm ve çözemediğim şey yaşadım ki, zamanla hepsi içimde birikmeye başladı. Aile içinde yaşanan kavgalar, tartışmalar, küfürler, incitmeler ve şiddet, ruhumda derin izler ve yaralar bıraktı.

Şimdi bu birikintilerin ağırlığıyla uğraşıyorum. Yıllar önce oluşan bu izlerin sonuçlarıyla yüzleşiyorum. Sahip olduğum hiçbir özellik durup dururken ortaya çıkmadı. O kadar çok kanıksamışım ki, o yılları o kadar sıradan ve normal yaşamışım ki, aslında ne kadar büyük travmalar atlattığımı uzun süre fark edemedim. Mikro travmalar öyle birikmiş ki, neyin normal, neyin olması gerektiği gibi, neyin sıradan olduğunu ayırt edemez hâle gelmişim.

O dönem beni derinden etkileyen olayları bugün net bir şekilde hatırlayamıyorum. Hatırladığım şey; üzgün, dertli, çaresiz hissettiğim ve çözüm üretemediğim bir hâl. Ama bu hâlin tam olarak neye ait olduğunu adlandıramıyorum. Sanki sisler arasında kalmış, dumanın arkasına gizlenmiş, puslu bir çocukluk… O yılları nefretle, acıyla ve öfkeyle hatırlıyorum. O kadar çok üzücü şey yaşadım ki, şimdi unutmaya çalıştığım, hatırlamak istemediğim çok fazla anı var.

Unutmaya çalışmak, hatırlamak istememek, o yılların üzerimdeki etkisini azaltmaya çabalamak; beni üzen anılar ortaya çıktığında onları zihnimden uzaklaştırmak… Hayatım büyük ölçüde böyle geçti. Kendimi beni üzen anıları düşünürken yakaladığımda, buna izin vermemek için bilinçli olarak çaba göstermeye başladım. Çünkü bu anılar sadece içimdeki üzüntüyü ve öfkeyi artırıyor, anda kalmamı engelliyordu. Bunun beni ne kadar zorladığını ve üzerimde ne kadar büyük bir yük oluşturduğunu bildiğim için, geçmişe takılı kalmamayı ve beni üzen olayları sürekli düşünmemeyi kendime amaç edindim.

Ama bunu başarmak hiç kolay olmadı. Ne zaman aklıma geçmişin üzücü anıları gelse, hemen kendimi oyalayacak bir şeyler bulmaya çalıştım. İşte bu yüzden sessizlik, yalnızlık ve duraklama benim için beceremediğim şeyler hâline geldi. Yani bu durum durup dururken ortaya çıkmadı. Kendimi korumak, hayata devam edebilmek ve geçmişe saplanıp kalmamak için, geçmişin acı hatıraları zihnime geldiğinde odağımı dağıtmaya özel olarak çaba harcadım.

Şimdi görüyorum ki bunun bir yan etkisi var: Kaygıdan kaçmak için duraklamaktan vazgeçmeyi öğrenmişim.

Terapi sürecinde bazı şeyleri fark etmeye başladım. Duygularımdan kaçtığımı, bazı duyguların bana zarar verdiğine inandığımı, duygularımı yok saydığımı ve bu duyguların beni zayıf, yeteneksiz, beceriksiz biri hâline getirdiğini düşündüğümü fark ettim. Bu yüzden de bu duyguları yok saymanın ya da ortaya çıktıklarında onları bir an önce zihnimden uzaklaştırmanın işe yarayacağına inanmışım.

Elli bir yaşına gelen Cem için artık geçmiş eskisi kadar zor değil. Anılar beni eskisi gibi diplere düşürmüyor. Bu anıların beni hayattan soğutması hâlini artık eskisi kadar yaşamıyorum. Dolayısıyla yalnız kaldığım zamanlar, sessizlik anları geçmişte olduğu kadar acı vermiyor. Hâlâ bu konuda çok başarılı olduğumu söyleyemem ama en azından yirmili yaşlarımın o ağır yüküyle yaşamıyorum.

Bunun sebebinin ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Ne değişti de anılar artık beni eskisi kadar yıpratmıyor, bunu net biçimde söyleyemem. Bildiğim tek şey, geçmişin artık beni eskisi kadar üzmediği.

sayfa 232

Teknolojik toplumumuzda giderek daha fazla boş zamana doğru ilerliyoruz—örneğin erken emeklilik yoluyla—ve yüzeyde bu yaklaşan boş zamanı memnuniyetle karşılıyoruz. Fakat içimizde, bir şeylerin eksik olduğuna dair tuhaf, kemirici bir korku hissederiz. Bu doldurulmamış boş zamanla, bu plansız, programsız, boş alanla ne yapacağız? Bu—paradoksların en büyüğü!—önümüzde bir tehdit gibi, boşluk tehdidi gibi sallanmıyor mu? Aradığımız büyük nimet yerine sanki büyük bir tehlike… Yetilerimiz, uzun süre kullanılmadan beklediğinde yok olup gidecek mi? Becerilerimiz kaybolacak mı? Rip Van Winkle gibi yarım yüzyıl boyunca uykuya gömülmüş gibi silinip gidecek miyiz? Kimse kapıyı çalmazsa bilincimizi mi yitireceğiz? Gizlice, birçoğumuz özgürlüğü “hiçliğe dönüşmek” olarak yorumlarız. Ve şimdi önümüzde hiçbir engel olmadığında, tüm bu olasılık içinde, basitçe bir “hiç şey”e mi dönüşeceğiz?

Bu, gerçek ve doğrudan bir kaygı kaynağıdır — her ne kadar genellikle örtbas edilse ve kabul edilmese de. Biçimsiz özgürlük, yani verili yaşam örüntüsünün sınırları olmadan yapılandırılmamış özgürlük, insanları eylemsiz bırakır. Böyle zamanlarda “duraklama” kontrolü ele alır. İnsanlar ne yapacaklarını bilemezler ve birinin ya da bir şeyin onları organize etmesi için adeta feryat ederler. Bu nedenle organize eğlence ve planlanmış boş zaman ortaya çıkar — ki bunlar aslında kendi içinde çelişkili kavramlardır. Kendi kaynaklarıyla baş başa kaldıklarında, insanlar çoğu zaman kendilerini iflas etmiş gibi bulabilirler; çünkü uzun süredir duraklamalarını görmezden gelme alışkanlığı edinmişlerdir.

yorumum

Bu alıntıyla ilgili aklıma gelen ilk şey, emekli olan insanların içine düştükleri boşluk ve daha da önemlisi, bazı insanların altmış, yetmiş yaşlarına gelmelerine rağmen çalışmaya devam etmeleri oldu. Emekli olanların yaşadığı depresyonu biliyoruz; fakat ileri yaşlarına rağmen çalışmayı sürdüren insanlar çoğu zaman çevrelerine garip gelir. “Neden köşesine çekilip bahçe işleriyle uğraşmıyor?” ya da “Neden elini eteğini işten güçten çekmiyor?” diye sorulur.

Oysa bir insan otuz kırk yıl boyunca çalıştıktan, hayatını belli bir düzen içinde sürdürdükten ve yapacak başka bir şey öğrenmedikten sonra, boş kaldığında ne yapacağını bilemeyebilir. Rutin sahibi olmak, günün planlı olması, insana güven ve yön duygusu verir; hayatı daha taşınabilir kılar.

Asıl bu alıntıda ilgimi çeken kısım ise şu oldu: Biçimi, şekli ve sınırı olmayan bir özgürlük —ya da yaşamın verili örüntüsüyle çerçevelenmemiş bir özgürlük— insanı çoğu zaman hareketsizleştirir. Kendi başına kaldığında, durduğunda, bir yönlendirmeye ihtiyaç duyar. Çünkü ne yapması gerektiğini bilemez. Bu hâl, tam anlamıyla bir boşluğa düşme hâlidir.

Sanırım son zamanlarda kendimi daha iyi hissetmemin, sessizlikten ve duraklama anlarından artık kaçmak istemeyişimin arkasında, verili yaşam örüntüsünü kabul etmiş olmam yatıyor. Yıllardır emek veriyorum. Otuz beş yıldır bir çaba içindeyim. Her geçen yıl, bir parça daha koyarak bugünlere geldim. Belki çok yavaş ilerledim ama sonuçta salyangoz da bir şekilde hareket ediyor.

Hangi emeğimin beni bugüne getirdiğini net bir biçimde söylemem zor. Freud mu, Engin Geçtan mı, Doğan Cüceloğlu mu, Erich Fromm mu, Ahmet Arslan mı, Gülseren Budayıcıoğlu mu, Irvin Yalom mu, Rollo May mi? Yoksa şimdi adını saysam sayfalar sürecek başka yazarlar mı? Ferhan Şensoy mu, Orhan Pamuk mu, Oğuz Atay mı, Ahmet Hamdi Tanpınar mı, Adalet Ağaoğlu mu, Can Dündar mı?

Kendimi bildim bileli okuyorum, yazıyorum. Kendimi bildim bileli değişmeye, iyileşmeye çalışıyorum. Ve bütün bu emeğin sonucunda bir noktaya geldim: Eskisine göre daha iyi olduğum, ama hâlâ “tam oldum” diyemediğim bir nokta.

sayfa 233-234

Önceki bölümde verdiğimiz, konuşmacının dinleyiciden yönlendirmeler ve ipuçları aldığı örneği tekrar ele alalım. Varsayalım ki milisaniyelik duraklamalarında hiçbir yönlendirme gelmiyor. Bu ihtimalin yarattığı kaygıyla bazı konuşmacılar, konuşmalarını kelimesi kelimesine yazarlar; böylece dinleyiciden gelen ipuçları olsun ya da olmasın yazılı metne sığınabilirler. Ancak metne bağımlı olarak konuşmak, konuşmacının özgürlük fırsatını, yeni fikirler keşfetme imkânını, yeni ufuklar araştırma macerasını, belirsizliğin verdiği o baş döndürücü heyecanı feda ettiği anlamına gelir. Böylece kişi, Büyük Engizisyoncu’nun ateşli bir şekilde savunduğu gibi, özgürlük yerine güvenliği seçmiş olur. Fakat bu seçimin bedeli ağırdır: yoğun öz-bilinç, gerginlik ve özgürlüğün kaybı.

Bazen özgürlüğe eşlik eden kaygı, heyecanla birbirine karışır. Bir keresinde, üç günlüğüne çiftlik evimde misafir edeceğim ve yalnızca biraz tanıdığım birini havaalanında beklerken—ki beklemek de bir tür duraklamadır—yeni biriyle tanışmanın getirdiği her zamanki heyecanı hissettim. Fakat bu heyecan, hayalimde beliren sorularla kaygıya dönüşüp tekrar heyecana karışıyordu: Küçük bir evde iki kişi bu kadar süre boyunca ne yapacak? Bu yakınlık bir süre sonra sıkıcı ya da ürkütücü olacak mı? Böyle düşünürken şu notları aldım:

Ne zaman heyecan—yani kaygının yapıcı yönü, (the constructive side of anxiety,) hayatı sıkıcı olmaktan kurtaran, bizi spontane, canlı ve hareketli tutan o duygu—yıkıcı kaygıya (destructive anxiety) dönüşür? Heyecanın riski hoştur; bize kovalamaca ruhu verir, büyümemizi sağlar. Bunun açık bir hayatta kalma değeri vardır. Heyecan, üstesinden gelebileceğime dair hissi koruduğum sürece, yani bir ölçüde özerkliğimi hissedebildiğim sürece heyecan olarak kalır. Bu hissi kaybettiğimde yıkıcı kaygıya dönüşür. Dolayısıyla “yapabilirim” ve “yapacağım” duygularını yaşayabildiğimiz sürece açık oluruz; özgürlüğümüzü deneyimleriz; yeni olasılıkları algılama gücümüzü koruruz.

Bu kaygı özgürlüğün her kullanımında ortaya çıkar mı? Bu sorunun cevabı, yaşamı nasıl kavradığınıza bağlıdır. Eğer Martin Heidegger ve Paul Tillich’i takip eder ve yaşamı—varlık ile yokluk arasındaki kesintisiz diyalektik gerilim olarak, her nefesimizde yokluğun tehdidine karşı kendi varlığımızı koruma çabası olarak—görürsek, cevap “Evet” olur. Her hâlükârda ben soruyu bilinç düzeyinde tutmayı tercih ederim. Bu durumda şöyle söylemek gerekir: Özgürlükle birlikte her zaman bir miktar baş dönmesi—dizziness—vardır; ancak biz insanlar, bunu farklı noktalarda bloke eder, geçici olarak bastırır ya da tamamen inkâr ederiz.

yorumum

Şimdi dönüp baktığımda, “Kaygı ve Duraklama” başlığını neredeyse bütünüyle alıntıladığımı fark ettim. Bu başlıkta yazılanların beni bu kadar etkilemesinin sebebi neydi diye düşündüm. Sanırım kaygı hâlini çok iyi bildiğim için. Ama burada anlatılan yapıcı kaygıyı değil, daha çok yıkıcı olanını tanıyorum. Hatta bütün hayatımı bu kaygıyla geçirdim desem abartmış olmam.

Bu başlık, bana yaşamın verili örüntüsü (destiny) meselesinin ne kadar hayati olduğunu bir kez daha gösterdi. Yapabileceklerimizin bir sınırı var ve bu sınır içinde şekillenen özgürlüğü anlamak gerekiyor. Aklıma şu söz geliyor: Rotası olmayan gemiye rüzgâr yardım etmez.

Bu gemi metaforunu sürdürürsem, gemiyi kendim olarak düşünebilirim. Sahip olduğum özellikler geminin niteliğini belirliyor: Demirden mi, ahşaptan mı? Kaç metre? Yelkenli mi, motorlu mu? Radarı var mı? Gezinti gemisi mi, yat mı, balıkçı teknesi mi, yoksa bir kayık mı? Bakım görmüş mü, sağlam mı? Nerede yüzüyor: Nehirde mi, denizde mi, gölde mi? İçinde bulunduğu su dingin mi, dalgalı mı, fırtınalı mı? Sığ sular mı, derin denizler mi? Gündüz mü yol alıyor, gece mi?

Bir insanın hayatı da bu gemi ve içinde bulunduğu denize çok benziyor. Hangi donanıma sahibiz, hangi sularda yol alıyoruz ve bu geminin yapılış amacı ne? Bütün bunlar, nasıl bir yolculuk yapacağımızı belirliyor. Kendini tanımak tam olarak bu: Bir gemi olarak boyutun ne, malzemen ne, üzerinde hasarlar var mı, motorun yeterli mi, yelkenin sağlam mı? Ve en önemlisi, bu geminin kaptanı olarak onu amacına uygun şekilde kullanıyor musun? Bir balıkçı teknesinden yat performansı mı bekliyorsun? Bir kayıktan uçak gemisi olmasını mı istiyorsun?

Yaşamın verili örüntüsünü bilmek ve sınırların farkında olmak bu yüzden çok önemli. Yapamayacaklarımız kadar yapabileceklerimizi de bu örüntü belirliyor. Bu durum kötü, eksik ya da yanlış olmak zorunda değil. Belki bir kayıksın; bunda bir sorun yok. Uçak gemisi değilsin diye bozuk ya da yetersiz sayılmazsın. Uçak gemisi açık denizlerde ve fırtınalarda yol alabilir ama koylara giremez, kıyılarda gezemez, nehirlerde ilerleyemez. Oysa kayıkta oturan biri ayağını suya sarkıtıp suyla temas edebilir, balık tutabilir. Uçak gemisinin güvertesindeyken denizin sesini bile duyamazsın. Yani içinde bulunduğumuz hayat ve sınırlar, hem yapamayacaklarımızı hem de yapabileceklerimizi belirler. Asıl mesele, kendimizi tanımaktır.

Aslında çok uzatmaya gerek yok. Yaşamak, farkında olmakla ilgilidir. Hem kendinin —yani geminin— farkında olmakla hem de verili örüntünün —yani denizin— farkında olmakla. Bir kaptan hem gemisini tanımalı hem de içinde bulunduğu suyu görmelidir. Gemiyi ne zaman, nerede ve nasıl kullanacağına karar vermelidir. Fırtınalı bir denizde açığa sürmek yerine güvenli bir limana çekilmeyi bilmeli; üç metrelik bir tekneyken kendini elli metrelik bir yük gemisi sanmamalıdır. Kısacası, ne yaşadığının farkında olmalıdır. Böylece kendini olduğu gibi görür, kendisinden ne bekleyebileceğini bilir ve ne zaman, nerede, ne yapacağını kestirebilir.

Özerk olmak; kendini yönlendirebilmek, üstesinden gelebileceğine dair bir içsel güvene sahip olmak demektir. Bu özellikler varsa, içimizdeki kaygı yapıcı hâle gelir. Tersi durumda, yani kendini yönetecek kapasite yoksa ve “üstesinden gelirim” duygusu gelişmemişse, kaygı yıkıcı olur.

Yapılması gereken, kendini yönetecek hâle gelmek ve üstesinden gelebilme duygusunu geliştirmektir. Burada da yine yaşamın verili örüntüsü devreye girer: Nelerin üstesinden gelemiyorum? Neden gelemiyorum? Bu durumu değiştirmek için ne yapmam gerekiyor?

Kendini tanımak, duygularını tanımak, duygulardan kaçmamak, onları yönetebilmeyi öğrenmek, sınırlarını bilmek ve bu sınırların neye izin verdiğini görmek… Kendini suçlamadan, olduğun hâlinle var olmaya izin vererek yaşamak… Sanırım bütün bu yazıdan çıkarılabilecek sonuç tam olarak bu.

b. Kaygı ve Keşif

sayfa 234-235

Bölüm V’ te, determinizmin özgürlüğü doğurduğu ve özgürlüğün de determinizmi doğurduğu içgörüsüne ulaştığımda özgürlüğümü kullanmamla birlikte, kaygının beni nasıl bir gelgit dalgası gibi sardığını anlatmıştım. Bu kaygı, benim “düşman-dostum” olarak adlandırdığım, mecazi bir şeytanı andıran bir figür şeklinde belirdi. Yeni olasılıkların alanına her atlayışta, yeni fikirlere veya yeni müzik kompozisyonlarına ya da sanatta yeni bir üsluba yöneldikçe—şiddeti değişen biçimde—aynı kaygı ortaya çıkar. Bilincin altından şöyle bir düşünce yükselir: “Ah, yeni bir vizyon — kimse daha önce böyle bir sahne çizmedi.” Sonra şu duygu gelir: “Bu kadar ileri gitmek istiyor muyum gerçekten?” Ve kişi kendine, böyle bir insansız bölgeye (no man’s land) girmedeki tüm tehlikeleri hatırlatır. Bu tür durumlarda insan, kendine “sakin ol, fazla heyecanlanma” diye öğüt verir—oysa en derin düzeyde aradığı şey tam da o heyecanın, yani ilhamın kendisidir.

Özgürlük ve kaygı aynı madalyonun iki yüzüdür—biri olmadan asla öteki olmaz. Kaygı, yeni bir vizyonun ya da daha önce hiç kimsenin aklına gelmediği biçimiyle bize gelen bir fikrin doğumuna eşlik eden coşku ve heyecanın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu kaygı—ya da Lowrie’nin angst için kullandığı çeviriyle “dehşet”—herhangi bir anlamlı fikir üretebilmemiz için kullanmamız gereken hayal gücü özgürlüğünün bir işlevidir. Dehşet, her yeni olasılıkla ve bu sıçramanın gerektirdiği riskle birlikte gelir.

Bilim insanlarının atomu parçalaması gibi, biz de yeni bir ülkeye, alıştığımız yön belirleyicilerin artık hiçbir şekilde var olmadığı bir yere geçiş yapabiliriz. Bu nedenle, böyle bir atılımın beraberinde getirdiği yabancılaşma, şaşkınlık ve hatta yoğun bir insanî yalnızlık deneyimi kaçınılmazdır. Los Alamos yakınlarında ilk atom patlamasını izlemek için cam duvarın arkasında bekleyen bilim insanlarının yüzlerinin bembeyaz kesildiği söylenir. İçlerinden biri yüksek sesle şöyle bağırmış: “Tanrım, ne yaptık biz?”

sayfa 236

Yukarıdaki örnekler büyük insanlara ait olsa da, aslında daha hafif biçimde hepimizin yaşadığı bir durumu anlatmaktadır. Her insan, olasılıkların bu “insansız bölgesine” adım atma özgürlüğünü kullandığında aynı kaygıyı tecrübe eder. Bu kaygıdan kaçmanın tek yolu, hiç maceraya atılmamaktır—yani özgürlüğümüzden vazgeçmektir. Ben, pek çok insanın en yaratıcı fikirlerinin farkına bile varamadığına inanıyorum; çünkü ilhamları daha bilinç düzeyine ulaşmadan bu kaygı tarafından engellenmekte, bloke edilmektedir.

….

Özgürlüğe eşlik eden kaygıyı fazlasıyla taşıyan, içgörüleri kendi kuşağını aşırı derecede sarsan kişiler, kendi dönemleri tarafından ortadan kaldırılır; çünkü yeni fikirlerin yarattığı sarsıntı, toplum için tehdit edicidir. Ama bu kişiler, sonraki kuşaklar tarafından tapılır hâle gelir; çünkü fikirleri artık yeni çağın dogmasına dönüşmüş, böylece sessiz mezarlarından çıkıp huzuru yeniden bozma ihtimalleri kalmamıştır.

sayfa 237

Özgürlüğün yarattığı baş dönmesini inkâr etme, “saf kendiliğindenlik” (pure spontaneity) ifadesinde kendini gösterir. Çünkü hiç kimse, özgürlüğün korkunç sonuçlarıyla yüzleşmeden böyle bir şeyi arayamaz. John Lilly bile, uyaransız tankında “saf kendiliğindenliği” deneyimlerken, bunun içindeki büyük tehlikeleri ve varlık-yokluk sınırında, ölümün eşiğinde dolanırken yaşadığı yoğun kaygıyı anlatır. Kendilerini “saf spontane” diye tanımlayan ve sürekli bir “yükseklik hâlinde” (perpetual high) yaşıyormuş gibi görünen meslektaşlarımızı kıskanabiliriz. Evet, onları kıskanabiliriz—ama onları bunun için sevmeyiz. Onları sevdiğimiz şey, onların incinebilirlikleridir; yani özgürlüklerinin yarattığı baş dönmesini kabul edişleri, ona sahip çıkışlarıdır. Sevdiklerimizi sevilebilir kılan şey, özgürlüklerinin peşinde dolaşan verili yaşam örüntüleriyle birlikte yaşamalarıdır; çünkü özgürlüğü nereye götürürsek götürelim, verili yaşam örüntüsü her zaman özgürlüğün izini sürer.

yorumum

Aslında şunu demiş oluyoruz. Eğer doya doya anlamlı bir hayat yaşamak istiyorsan kaygılarının seni esir almasına izin verme. Çünkü özgür olmamak demek esir olmak demektir.

Uçurum kenarında duraklamış bir insan silüeti; özgürlükle birlikte ortaya çıkan kaygı, baş dönmesi ve belirsizliği simgeleyen sisli bir manzara.

Sisli bir uçurum kenarında duran yalnız bir insan figürü, özgürlüğün baş döndürücü doğasını simgeler. Figür, hem ileriye doğru atılma olasılığını hem de geri çekilme korkusunu aynı anda taşır. Uçurumun derinliği, özgürlükle birlikte gelen kaygıyı ve belirsizliği; figürün ayakta kalışı ise verili yaşam örüntüsü içinde yön bulma çabasını temsil eder. Bu sahne, özgürlüğün yalnızca bir ferahlık değil, aynı zamanda bedensel ve ruhsal bir sınanma olduğunu anlatır. Acaba önünde çok derin bir uçurum mu var yada göründüğü kadar korkutucu değil mi? Belki de çok yüksekte değildir.

Uçurum kenarında duraklamış bir insan silüeti; özgürlükle birlikte ortaya çıkan kaygı, baş dönmesi ve belirsizliği simgeleyen sisli bir manzara.

Yada aslında çok tehlikeli bir yerde duruyor.

Yorumlar


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page