Rollo May Freedom and Destiny Özgürlüğün Krizi ve Özgürlüğün Dinamikleri: Yapma Özgürlüğü, Oluş Özgürlüğü ve İçsel Tutumun Gücü
- Okunduğu Gibi
- 3 Ara
- 8 dakikada okunur
Bu yazıda Rollo May'in Freedom and Destiny - Özgürlük ve Yaşamın Verili Örüntüsü (Kader) kitabının Özgürlüğün Krizi adlı ilk ana başlığının 3. alt başlığı olan Özgürlüğün Dinamikleri başlığını ele aldım. Bu başlıkta 3 alt başlık bulunuyor.
3. Özgürlüğün Dinamikleri
sayfa 74
“Psikoterapide özgürlüğün eylem hâlindeki haline en çok yaklaştığımız an, kişinin ‘Yapabilirim’ (I can) ya da ‘Yapacağım’ ( I will) duygusunu deneyimlediği anlardır. Danışan terapide bu ifadelerden birini söylediğinde, onu mutlaka duyduğumu hissettiririm; çünkü ‘yapabilirim’ ve ‘yapacağım’ kişisel özgürlüğün ifadeleridir, isterse yalnızca fantezi düzeyinde olsun. Bu fiiller, ister yakın ister uzun vadeli olsun, gelecekte gerçekleşecek bir olaya işaret eder. Aynı zamanda bu ifadeleri kullanan kişinin içinde bir güç, bir olasılık hissettiğini ve bu gücü kullanma kapasitesinin farkında olduğunu da ima eder.”
a. Yapma Özgürlüğü yada Varoluşsal Özgürlük (Freedom of Doing, or Existential Freedom)
sayfa 75
“Özgürlüğün nihai anlamının her zaman tam olarak kavranamayacağını bilsek de, yine de kavramı olabildiğince iyi tanımlamaya çalışalım. İlk tanım psikolojik düzeydedir, yani günlük eylemler alanında:
Özgürlük, aynı anda birçok yönden gelen uyarımlar karşısında durabilme kapasitesidir ve bu duruş anında, kişinin ağırlığını şu tepkiye değil de bu tepkiye doğru yönlendirebilmesidir.”
b. Oluş Özgürlüğü yada Esansiyel Özgürlük (Freedom of Being, or Essential Freedom)
sayfa 76-77
“‘Yapma özgürlüğü’ eyleme işaret ederken, ‘olma özgürlüğü’ ise eyleme yönelten dürtünün ortaya çıktığı bağlama işaret eder. Bu, kişinin daha derin tutumlarıyla ilgilidir ve ‘yapma özgürlüğü’nün doğduğu kaynaktır. Bu nedenle, bu ikinci tür özgürlüğe ‘özcül özgürlük’ (essential freedom) diyorum. Bunun iyi bir örneği, Bruno Bettelheim’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kampında geçirdiği iki yıla dair tanıklığıdır. Bettelheim’ın ‘yapma özgürlüğü’ hiç yoktu; SS askerlerinin eylemlerini değiştirme gücü yoktu. Ama onun ‘en son özgürlük’ dediği şeye, yani esir edenlere karşı tutumunu seçme özgürlüğüne sahipti. Bu ‘olma özgürlüğü’ ya da özcül özgürlük, kişinin düşünebilme, durup değerlendirebilme, ki buradan ister sesli ister sessiz olsun soru sorabilme özgürlüğünün doğduğu yetiyi içerir.”
sayfa 78
“Bize ayrıca —ve bu son derece önemlidir— yaşama iradesini canlı tuttuğu yerin tam olarak burası olduğunu da söyler. Bu, kişiyi güçlendiren, ruh veren bir özgürlüktür ve Bettelheim haklı olarak tecridin dayanılmaz yalnızlığında hayatta kalmasını buna borçlu olduğunu belirtir. Sonunda şöyle der:
‘Bazen çökerim ve vazgeçmek isterim, ama düşüncelerimi keşfetmek bana sevinç verir. Çünkü düşüncelerimi benden almanın bir yolunu bulmadıkları sürece, ben özgürüm.’
Bilgi, içsel özgürlüktür ve en umutsuz yerin içinde bile umudun kaynağıdır.
İnsan, hürriyet (liberty) olmadan yaşayabilir; fakat özgürlük (freedom) olmadan yaşayamaz.”
c. Yapma Özgürlüğü ile Oluş Özgürlüğü Arasında Çelişki Var mıdır?
sayfa 83
“Biz özsel (içsel) özgürlüğe ancak günlük yaşamımızın akışı bozulduğunda mı ulaşırız? Büyük Engizitör’ün söylediği gibi, çoğu insan ekmek ve rahatlıkla yetinebildiği sürece bunu yapacaktır. Ama ekmek ve rahatlık artık mevcut olmadığında, insanlar ancak o zaman mı deneyimlerinin özüne, en derin katmanlarına itilirler? Bu sorulara ‘evet’ dersek, insanların ihtiyaçlarını biyolojik olanlardan psikolojik ve ruhsal olanlara doğru sakin bir hiyerarşiyle yükselerek geliştirdiği yönündeki yaygın görüşü reddetmiş oluruz. Bunun anlamı şu olurdu: İnsanlar, basit ve huzurlu bir biçimde ‘alt düzey ihtiyaçlardan üst düzeylere’ doğru ilerlemezler; insan gelişimi çatışma ve mücadeleyle olur. Alt düzey ihtiyaçlar karşılanmadığında, insan zorunlu olarak daha yüksek ihtiyaçlara yöneltilir. Dinsel hakikate ulaşmak için oruç tutmak buna bir örnektir. Richard Farson’un açıkladığı “felaket kuramı” da bir başka örnektir: Bu kuram, felaket ve zorluk anlarında pek çok insanın içe dönmeye ve daha yüksek bir bilinç düzeyine sıçramak için gerekli adımı atmaya zorlandığını söyler; yukarıda bahsettiğimiz gibi.”
sayfa 84
“Fakat burada büyüleyici bir soru ile karşı karşıya geliyoruz: Verili yaşam örüntümüzün (destiny) kendisi zaten bizim toplama kampımız değil midir? Üzerimize çöken bu verili örüntü, bizi kendi tutsaklığımızı görmeye zorlayan şey değil midir? Yaşamımızın tasarımını oluşturan bu verili örüntü ile yüzleşmek, bizi çoğu zaman bir tür sınırlanma, ciddiyet ve hatta acımasızlık içinde sıkıştırarak, günlük eylemlerin sınırlarının ötesine bakmaya zorlamaz mı? Kaçınılmaz olan ölüm gerçeği—ister genç olalım ister yaşlı—hepimiz için ortak bir toplama kampı değil midir? Yaşamın aynı anda hem sevinç hem tutsaklık oluşu, bizi varoluşun daha derin boyutlarını düşünmeye sevk etmeye yetmez mi? Hayatın büyüklüğü ve Thoreau’nun ‘sessiz umutsuzluk’ dediği şey tam da bu aynı anda yaşanan çelişkililiktedir.”
Yorumum
Bu bölüm çok teorik görünse de son derece doyurucuydu. Özgürlüğü ikiye ayırmak insana ilginç bir bakış açısı sunuyor: Bir yanda yaptıklarımız, diğer yanda ise daha derinde yer alan içsel seçimlerimiz var. Fiziksel olarak özgür olmayabiliriz, ancak bu içsel özgürlüğümüzün engellenebileceği anlamına gelmez.
Hayatı bir mahkûmiyet olarak görmek ilk bakışta kötümser gelebilir; kötümser midir bilmiyorum ama bana oldukça gerçekçi görünüyor. Belirlenmiş kaçınılmazlık, verili örüntü, zorunlu ve seçilmemiş olan hayat… Ne dersek diyelim, durum bu. Hepimiz belli sınırlar içinde yaşamak zorundayız. Bazı insanların sınırları diğerlerinden daha geniş olabilir, fakat çoğunluğun sınırları oldukça belirgindir. Hatta bazılarımızın sınırları o kadar dardır ki… Genetik, fizyolojik ya da tıbbi sınırlardan söz ediyoruz sonuçta. Kimimiz 50–60 IQ ile doğuyor, kimimiz %90 fiziksel engelli, kimimiz görme ya da işitme duyusundan yoksun. Dezavantajlar saymakla bitmez. Peki, böyle doğduk diye vaz mı geçeceğiz?
Rollo May’in hayatı bir tür hapishaneye benzetmesi, acı bir gerçeği yüzümüze vuruyor. Bizi sevmeyen ya da kötü muamele eden bir anne babanın çocuğu olmak da bu hapishane metaforuyla açıklanabilir. Nasıl fiziksel özelliklerimizi seçemiyorsak, ailemizi de seçemiyoruz. Eğer travmatik bir çocukluk geçirmişsek, önce bu gerçeği kabul etmek ve ardından kendi yolumuzu çizmeye devam etmek gerekiyor.

Geniş açı bir fotoğraf karesinde, arka planda yüksek tel örgüler ve jiletli tellerle çevrili büyük bir hapishane binası görülüyor. Avluda dört mahkûm duruyor: İçlerinden biri dik, sakin ve kendinden emin bir ifadeyle gökyüzüne bakarken; diğer üçü kaygılı, içine kapanık ve yönsüz bir hâlde bekliyor. Tel örgünün dışındaysa dört sivil figür yer alıyor. Genç bir adam başı öne eğik, içsel olarak sıkışmış; bir kadın gergin ve düşünceli; tekerlekli sandalyedeki yaşlı adam sakin ve huzurlu; sağdaki genç adam ise yapma özgürlüğü olmasına rağmen içsel boşlukla donuk bir ifadeyle duruyor. Güneşli, aydınlık bir gün olmasına rağmen sahne, insanların farklı özgürlük ve tutsaklık biçimleri arasındaki derin karşıtlığı sessizce hissettiriyor.
d. Özgürlükle Büyümek
sayfa 85
İnsan olarak hayal etme, düşünme, merak etme ve bilinçli olma kapasitemiz özgürlüğün dereceleridir.
SAYFA 86
Doğumdan itibaren yaşanan tüm bu “sıçramalar”, (leaps) yani kişinin kendisini ebeveynlerinden ayrıştırdığı bu olaylar, psikolojik yeniden doğuş deneyimleri olarak görülebilir. Bu nedenle hem kaygı uyandırıcıdır hem de meydan okur. Ergenlikte ise kişinin hareket alanını genişleten başka sıçramalar olur; özellikle cinsel alanda. Kierkegaard’ın dediği gibi kişi “yapabilmenin ürkütücü olasılığıyla” karşılaşır. Üniversiteye gitmek, evlenmek, geçim sağlamak, yeni bir şehre taşınmak bunların hepsi kişinin özgürlük alanını genişleten adımlardır.
Özgürlük, evden ve özellikle anneden ayrılırken insanî bağı sürdürmektir. Bu iki kutup arasında hassas bir denge vardır. Eğer dışarı açılma az, eve bağımlılık çoksa, özgürlük güvenlik uğruna feda edilir ve bu da özgürlükten kaçışa dönüşür. Eğer dışarı açılma aşırı, evdeki güvenlik çok azsa kişi patolojik bir kaygı yaşar ve özgürlüğünü kısıtlayan başka savunmalara sığınır. Bu yeni hareket seviyelerinin her biri, eve ve anne babaya olan biyolojik bağları azaltıp yerine psikolojik ve ruhsal bağlar kurarak kişinin hareket menzilini genişletmesidir. Philip’in annesiyle yaptığı konuşma örneğinde gördüğümüz gibi, geçmişi ve bugünüyle yüzleştikçe artık annesinin ona ne yapması gerektiğini değil, gerçekten ne yapmış olduğunu konuşur. Onu takdir eder ve değer verir. Elbette annesi değişmemiştir; değişen şey Philip’in tutumudur. Hayatın bu aşamasında dinamik soru artık “Ne oldu?” değil “Olanlara karşı tutumun ne?”dir. Özgürlüğün kazanılması, kişinin annesini başka bir bağlamda görebilmesini sağlar. Bu, “varoluşsal özgürlük”tür.
sayfa 87
Her farklılaşma adımı, ona eşlik eden yeni bir özgürlük kadar yeni bir sorumluluk duygusu da taşır. Sorumluluk (response-ability) kelimesi burada “yanıt verme kapasitesi” anlamında anlaşılabilir: Ailenin ya da köyün topluluğu içinde yaşarken başkalarının ihtiyaçlarını fark etme, ancak aynı zamanda kendi ihtiyaçlarına da karşılık verebilme yetisi. Özgürlüğümüzün geliştiği bağlamı oluşturan diğer insanlara nasıl karşılık vereceğimizi biz seçeriz. “Bir insan yalnızca sorumluluk aldığında özgür olabilir” paradoksu özgürlüğün her aşamasında temeldir. Ama bunun tersi de aynı ölçüde doğrudur: Bir insan yalnızca özgür olduğunda sorumluluk alabilir. Bu nedenle “insan bütünüyle belirlenmiştir” şeklindeki görüş, kaçınılmaz biçimde sorumsuzluk üretir. Çünkü kararlarının gerçekten bir anlam taşıdığına dair en küçük bir inanç yoksa, insanın o kararlara sahip çıkması da mümkün olmaz.
Yorumum
Bu alıntı gerçekten önemli; özellikle psikolojik yeniden doğuş fikrini çok önemsiyorum. Bir insanın tek başına yaşamaya hazır olması gerektiği düşüncesi bana doğru geliyor. Bir anne babanın en büyük görevi, çocuğunu hayatın zorluklarıyla baş edebilecek şekilde yetiştirmektir. Peki bir genç neden evden ayrılma konusunda kaygı yaşar? Neden güvenli alandan çıkmak istemez? Dış dünya neden korkutucu gelir? İnsan neden karşılaşacağı şeylerden ürker ya da bazen tam tersine, neden bir an önce ailesinden kaçmak ister?
Sonuçta özgür olmak için güçlü olmak gerekir. Kimseye bağımlı olmamak gerekir; çünkü her bağımlılık bir tutsaklık halidir. Bu ister anne babaya, ister alışkanlıklara, ister savunma mekanizmalarına olsun fark etmez. Bir sorunu çözmek için geliştirdiğin strateji sağlıklı da olsa sağlıksız da olsa, zamanla o çözüme bağımlı hâle gelirsin. Özgür olmanın yolu, kendi ayaklarının üzerinde durabilme kapasitesine sahip olmaktan geçer.
Geçmişte yaşadığın şeyleri istediğin kadar eleştir, yargıla ya da suçla; bunların hiçbirini değiştirme şansın yok. Geçmişine seni tutsak eden içsel bağları çözmediğin sürece özgür olamazsın. Bir şekilde geçmişten, aileden ve yaşanan travmalardan bağımsızlaşmak zorundasın.
Asıl zor olan, bir zamanlar seni derinden yaralamış olaylara başka bir gözle bakabilmek. Hayatta yaşarken travmaya dönüşmüş deneyimlerin var. O anlara tanık olmak ruhunda derin izler bırakmış. O kadar üzülmüşsün ki, bu hatıralar zihninde yıllarca dönüp durarak adeta bir “takılı plak” gibi kalmış. Sonra senden beklenen şu oluyor: “Bu anıya bakış açını değiştir.” Söylemesi kolay, yapması çok zor. Yıllarca zihninde tuttuğun, seni hem yaralayan hem de bir şekilde besleyen o anı, yaşadığın sorunların somutlaştığı bir sembole dönüşmüş. Bugün olduğun kişi biraz da o anıların şekillendirdiği biri. Ve şimdi senden bu anıya karşı tutumunu değiştirmen isteniyor. Yaşananları, kaçınılmaz hayatın bir parçası olarak görmen ve takılı kalan algıyı dönüştürmen bekleniyor.
Bunlar bilinçli travmalara yönelik tutum değişikliğidir. Bir de bilinçli olarak hatırlamadığın fakat bugün sadece hislerin aracılığıyla varlığını sezdiğin deneyimler var. Bağlanma teorisinde anlatıldığı gibi, bilinç oluşmadan önce maruz kaldığın muameleler…
Benim için bunun en çarpıcı örneği, altı aylıkken abim tarafından boğulmaya çalışılmam. O olayı hatırlamıyorum; bana annem anlattı. Altı aylık bir bebeğin nefessiz kalması, ölmeye yaklaşması ne anlama gelir? Bir bebek, mutlu ve huzurlu bir anda sebepsiz bir şekilde ölümle yüz yüze gelirse, bunun bilinçdışı etkisi ne olur? Üstelik annemin anlattıklarının dışında, bilmediğim başka kötü muameleler de olabilir. Sonuçta abim sadece altı yaşındaydı; kıskançlığı bir olayla bitmiş olamaz. Belki her fırsatta beni ezmeye devam etti. Bugüne kadar yaşadığım pek çok şey de bunun böyle olduğunu düşündürüyor.
Uzun oldu ama çok önemli olduğuna inanıyorum: İster bilinçli travmalarımız, ister farkında bile olmadığımız erken dönem deneyimlerimiz olsun, bugün canımızı sıkan, huzurumuzu bozan, sağlıklı ve doyurucu bir yaşam sürmemizi engelleyen ne varsa kökü geçmişimizdedir. İçine doğduğumuz verili örüntü hayatımızı baştan sona şekillendirmiştir. Geçmişi değiştiremeyeceğimize göre, geriye tek bir seçenek kalıyor: Tutumumuzu değiştirmek.
Kendimizi ne kadar üzersek üzelim, yaşadığımız hayat bir kere yaşandı ve bitti. Artık değişmeyecek şeylere takılı kalmanın bize hiçbir faydası yok.
Sorumluluk (response-ability) ifadesi, “karşılık verme yeteneği” anlamına yapılan güzel bir kelime oyunudur. Ancak gerçek sözlük anlamı bundan daha geniştir. Responsibility kelimesi Türkçede “sorumluluk, mesuliyet, yükümlülük, görev, hesap verebilirlik, güvenilirlik, ödeme gücü, sağlamlık, üstlenme, borçluluk hâli, temyiz gücü” gibi karşılıklara sahiptir.
Genel olarak sorumluluk; kişinin kendi davranışlarının, kararlarının ve yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi ve bu sonuçlara katlanma yükümlülüğüdür. Bir bireyin sorumlu tutulabilmesi için üç temel koşul aranır:
Akıl ve Bilinç: Kişinin ne yaptığını kavrayabilmesi.
Özgür İrade: Eylemi kendi rızasıyla seçmiş olması.
Yetki (Ehliyet): Bu eylemi gerçekleştirecek yeterliliğe sahip olması.
Dolayısıyla sorumluluk, olgunluk, güvenilirlik ve kendine güvenle yakından ilişkilidir.
Bu noktada, sorumlu olmak ile özgür olmak arasında bir bağ kurabiliriz. Sorumluluk alabilmek için yalnızca akıl sahibi olmak yetmez; aynı zamanda özgür olmak ve ehliyet sahibi olmak gerekir. Örneğin bir vinç ehliyetin varsa o aracı kullanma hakkın, dolayısıyla o araçtan doğan sorumluluğun vardır; ehliyetin yoksa senden bu görev beklenmez.
Hayat karşısında sorumluluk duygusu gelişmemiş kişiler ise kendi yaşamlarının sorumluluğunu başkalarına yüklerler. Çünkü kendilerini ehil görmezler; ya gerçekten yeterlilikleri yoktur ya da sahip oldukları yeterlilik karşılarındaki problemi çözmeye yetmez. Çocuklukta maruz kaldıkları koşullar onların bazı alanlarda yetersiz kalmasına yol açmıştır. O dönemde hayatta kalmak için geliştirdikleri yöntemler—savunma mekanizmaları—gerçek hayatta işlevsiz hâle gelmiştir. Belli koşullarda işe yarayan bu stratejiler, koşullar değiştiğinde engelleyici hâle gelir.
Eğer duygularını tanımayı, düzenlemeyi ve yönetmeyi öğrenememişsen; duygularını bir düşman olarak görüyorsan; onlarla ne yapacağını bilemiyorsan gerçek hayattaki sorunlar karşısında çözüm üretemezsin. Bu defa, tıpkı çocukken olduğu gibi, ailenden yardım beklersin. Çünkü aile, farkında olmadan seni çözüm üretemeyen bir kişi hâline getirmiştir.
Bu nedenle önce yaşadığın şeyleri olduğu gibi görmen gerekir. Rollo May’in destiny kavramıyla kastettiği de budur: Yaşamın verili örüntüsünü fark et ve ona savaş açmak yerine onu kabul et. Bu, özgürlüğe giden yolun ilk adımıdır. Ardından ikinci adım devreye girer: Bu hayatta sorumlu olan sensin. “Yapacağım” diyerek ipleri eline alman gerekir.
Bu süreç çok aşamalıdır. Bir önceki aşamayı tamamlamadan bir sonrakine geçemezsin.









Yorumlar