top of page

Rollo May Freedom and Destiny: Özgürlüğün Krizi ve Tek Adamın Yolculuğu 2.3 (belirlenmiş kaçınılmaz yaşam)

Rollo May'in Freedom and Destiny - Özgürlük ve Yaşamın Verili Örüntüsü (Kader) kitabının 2. alt başlığının 3. yazısını yayınlıyorum. Çok uzun olduğu için bölmek zorunda kalmıştım. İlk iki yazıda 8 alt başlıktan 6'sını ele almıştık. Şimdi son iki alt başlık olan Yeşil Mavi Delikanlı ve Yalnızlık ve Yeniden doğum alt başlıklarını ele alıyorum.

2.3 – Yeşil Mavi Delikanlı - Yalnızlık ve Yeniden doğum

f. Yeşil Mavi Delikanlı

sayfa 65-66

O seanstan bir coşku hali içinde ayrıldı. Terapi sürecinde bazen insanın özgürlüğünü ilan etmek ve hayatını eline alıp yeniden kurmak konusunda hiçbir şeyin onu durduramayacak gibi göründüğü o kırılma anlarından biriydi bu. Pencereden onu sokakta yürürken izledim. Sanki boyu altı santim uzamış gibiydi.

Öfkenin ortaya çıkmasıyla Philip’in içini kemiren kıskançlık da kaybolmuştu. Bunun kısmen geri döneceğini biliyordum; ama asla eski gücüyle, onu ezip geçen haliyle geri dönmeyecekti. Terk edilme korkusu da kaybolmuştu.  Artık biri onu terk ederse ya da reddederse, onu etmeyecek başkalarının da olduğunu biliyordu. Dahası, bundan sonra kiminle yakın olmak istediğini kendisi seçebileceğini anlamıştı.

Okurlara, Philip için o yeşil-mavi delikanlının öfkenin kişileşmiş hali olması ve tam da o sırada ortaya çıkması garip görünebilir. Bunu anlamak için şunu fark etmeliyiz: Terapiye gelen birçok insan, öfkesini bastırdığı için özgürlüğünü kaybetmiştir. Bu bastırma genellikle, kişinin hayatının çok erken döneminde öfkesinin ağır biçimde cezalandırılacağını öğrenmesinden kaynaklanır. Bu kişiler tıpkı Philip’in başlangıçta gösterdiği gibi davranmayı öğrenir: Dürüst olmamak, gerçekte ne düşündüklerini gizlemek, doğrudan konuşmamak, konuşmadan önce sürekli olarak karşıdakinin verebileceği tepkiyi hesaplamak. Öfkelerinin bastırılmasıyla kine (resentment) dönüşen bu duygu, onların bütünlük kaybının, özgürlüklerini sürekli teslim etmelerinin ve seçim yapabilme olasılıklarını yitirmelerinin çoğu zaman başlıca nedenidir.

Yorumum

Bu kısmı okuduğumda huzursuz oldum. Bu bölümde beni rahatsız eden bir şey var. Ne oldu da Philip’te kıskançlık, terk edilme korkusu gibi duygular bir anda ortadan kayboldu? Bu kadar kolay olması normal mi? 50 yaşını geçmiş bir adamın içinde “mavi yeşil bir adamın” ortaya çıkması ne demek? Fantezide böyle bir karakter nasıl belirir? Eğer bu yöntem işe yarıyorsa, ben de çıkarayım o zaman. Burada anlatılanların tabi ki gerçek hayatı an be an aktardığını iddia etmiyorum. Tabi ki yazar derdini anlatmak için gerek gördüğü şekilde konuyu kısaltıp, özetliyor. 


Şunun farkındayım: Benimle aynı sorunları yaşayan, geçmişte benimle aynı deneyimleri yaşamış biri bile olsa, onun iyi olma yöntemini öğrenip kendime uygulamam mümkün değil. Çünkü herkesin kendi yaşamına özgü, kendine has bir hikâyesi var. Ne Philip’in ne de başkasının yolu birebir benimkiyle örtüşebilir.

Philip’in öfke ile ilişkisi benden çok farklı. Metinde geçen öfkenin tüm türleri bende fazlasıyla mevcut. Belki şöyle demek mümkün: “Sağlıklı ve gerekli olan öfkeyi bastırdığım için özgürlüğümü kaybetmiş olabilirim.” Yani farklı yollar, farklı deneyimler, ama aynı sonuç…

Bu tespitlerin pek çoğu benim için de geçerli:

  • Gerçekte ne düşündüğünü gizlemek,

  • Doğrudan konuşmamak,

  • Konuşmadan önce sürekli karşı tarafın vereceği tepkiyi hesaplamak…

Demek ki benim öfkem de bu süreçte kine dönüşmüş. Çünkü sağlıklı öfkeyi ifade etmem engellenmiş; ben de o öfkeyi içeriye gömmüşüm. Bu da beni bütünlük kaybına sürüklemiş. Özgürlüğümü böyle kaybetmişim. Asıl acı olan, seçim yapabilme ihtimalini bile bu süreçte yitirmiş olmam. Tespitler o kadar tanıdık ki… Tüm bunların sağlıklı öfkenin bastırılmasından kaynaklanması şaşırtıcı. Olması gereken öfke ortaya çıkmayınca, yerini kin, öfke patlamaları, köpürmüş öfke, alınma ve düşmanlık gibi duygular almış.

Bir de bölümün başlığına adını veren “Mavi Yeşil Adam” hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Philip’in fantezisinde ortaya çıkan bu mavi-yeşil figür, sanırım benim hayatımda da benzer bir karşılığa sahip. Hatta kitabı okurken önce bunun Philip’in kendi zihninde yarattığı bir fantezi karakter değil de kurgu dünyasında olan bir sanal karakter olduğunu sandım; sonra terapi sürecinde belirdiğini gördüm. Bu noktada kendimi tanıyorum: Ben zaten çocukluğumdan beri hayalimde farklı karakterler yaratan biriyim.

Bazen dünyanın en iyi basketbolcusu olurum, bazen çok çekici bir erkek, bazen de sevmediğim siyasi partiye oy verenleri tespit edip cezalandıran süper güçlü bir figür… Yani hayallerimde, gerçek hayatta yolunda gitmeyen şeyleri düzelten kahramanlar yaratırım. Bazı dönemlerde bu hayaller daha yoğun olur, bazı dönemlerde geri çekilir ama hep bir şekilde ama vardırlar.

Fakat Philip’in mavi-yeşil delikanlısı benim fantezilerimle tam olarak örtüşmüyor. Benim hayali figürüm daha çok “benim daha güçlü bir versiyonum.” Gerçek hayattaki başarısızlıklarımı, yetersizliklerimi ve memnuniyetsizliklerimi telafi eden bir iç rahatlatıcı gibi. Gerçek hayatta istediğim yere ulaşamasam da, hayal dünyamdaki karakter her istediğine ulaşabilen güçlere sahip.

Benim hayal kurmamla burada mavi yeşil delikanlı sanırım aynı şey değil. Ama bu okuduklarım bana bunları çağrıştırdı.

sayfa 66-67

Bence bu, öfkeyi sadece dışa vurmak değil, öfkeden doğan duyguyu, onu ortaya çıkaran koşullara dayandırma çabasıdır. Başka bir deyişle, kişi kendi yazgısına (verili yaşam koşullarına/destiny) karşı öfkelidir.

Yazgı (Verili yaşam koşulları) kavramı, öfke deneyimini gerekli kılar. Hiç öfkelenmeyen kişi, şundan emin olabiliriz ki, hiç yazgısıyla (kendi verili yaşam koşullarıyla) yüzleşmemiştir. Kişi yazgısıyla (verili koşullarıyla) karşılaştığında, öfke kendiliğinden yükselir, fakat bir güç olarak. Pasiflik işe yaramaz. Bu duygu zorunlu olarak olumsuz değildir; yeşil-mavi delikanlının mizah ve canlılıkla dolu olduğunu hatırlayın. Yazgıyla karşılaşmak güç gerektirir; ister kucaklamak, ister kabul etmek, ister saldırmak şeklinde olsun. Öfkeyi yaşamak ve yazgı kavramını kavramak, kişinin kendisini “fazla kırılgan” görmesinden özgürleştirir; insanı ayrıntılarla oyalanmadan, hayatın içine atılmaya hazır hale getirir.

Philip’in yaşadıkları, denize açılan bir gemiye benzetilebilir. Gemi, iskeleden çözülür ve açık rüzgârda, rüzgâr, deniz ve yıldızlarla uyum içinde hareket ederek gücünü kazanır; tıpkı bizim de gücümüzü verili yaşam koşullarıyla uyum içinde yaşayarak elde etmemiz gibi. Özgürlüğümüz de gemininki gibidir: Verili yaşam koşullarıyla doğrudan karşılaşmaktan, onların her zaman orada olacağını bilerek onlarla yüzleşmekten ya da onları kucaklamaktan doğar. Yapıcı öfke, verili yaşam koşullarıyla yüzleşmenin bir yoludur.

Ancak denizciler çoğu zaman doğal unsurlarla savaşmak zorunda kalır; denizdeki bir fırtınada olduğu gibi. Biz de özgürlüğümüzü, kontrol edemeyeceğimiz ama yalnızca yüzleşebileceğimiz güçlerin kesiştiği noktada buluruz. Ve bu, tıpkı fırtınaya karşı koyan bir gemi gibi, elimizdeki tüm gücü kullanmamızı gerektirir. Artık mesele sadece rüzgârla birlikte yol almak değildir; bazen denize ve fırtına rüzgârlarına karşı yol almak gerekir.

Yorumum

Önce yukarıdaki alıntı hakkında birkaç şey söylemek, sonra da destiny kavramı üzerine yazmak istiyorum.

Sanırım son zamanlarda kendimi daha iyi hissetmemin nedeni, Rollo May’in “verili yaşam örüntüsü” (destiny) dediği kavramla yüzleşmeye başlamamdan kaynaklanıyor. Şu an May’in sözünü ettiği yapıcı öfkeyi tam olarak deneyimlediğimi düşünmüyorum; ama zamanla diğer öfke biçimlerinin azalacağını ümit ediyorum.

Destiny meselesine gelirsem… Daha önce de yazmıştım: Bu konu kitapta o kadar yoğun geçiyor ki, bir kez daha ele almak istiyorum. Destiny, kader, verili yaşam örüntüsü, içine doğduğumuz aile ya da kültür — her ne dersek diyelim — bize başka seçenek bırakmayan bir güçten söz ediyor. Fakat bu durumu tam karşılayan bağımsız bir kavrama ihtiyaç var. “Kader” metafizik bir çağrışım yapıyor; diğer ifadeler ise ancak uzun cümlelerle anlatılabiliyor ve tek bir kelimeye dökülemiyor. Bu yüzden bu durumu karşılayan yeni bir kavram icat etmek gerekiyor.

Bu kavram hem kaçınılmaz olanı hem de önceden belirlenmişliği kapsamalı. Yani kişi onu seçmemiş olacak, fakat yine de yaşamına yön veren bir verili yapı olacak. “Belirlenimli”, “verili örüntü” gibi ifadeler buna yakın ama kulağa yapay geliyor — günlük hayatta kullanılabilecek bir kelime değil.

Peki tam olarak neyden bahsediyoruz? İçine doğduğumuz, seçmediğimiz ve bize sunulan bir hayattan… Bu sunumun içinde din var, milliyet var, örf ve adetler var; her türlü sermaye, ailemizin psikolojik yükleri ve travmaları var. Nesiller boyu aktarılan mikro ve makro yapıların etkisi var. Öyle bir kavram olmalı ki hem içine doğduğumuz dünyayı anlatsın hem de bu dünyanın kaçınılmazlığını ifade etsin. Bu yüzden konu ister istemez kaderi çağrıştırıyor; metafizik anlamda olmasa da “bu şartlardan başka bir sonuç çıkmazdı” demeye getiriyor.

Bir köylünün çocuğunun köylü olması doğal; bir büyükelçinin çocuğunun da kendisine benzemesi öyle. Gelir, kültür, eğitim seviyesi, aile geçmişi… Bunların hepsi daha doğduğumuz anda fark yaratıyor. Birbirini seven anne-babanın çocuğu olmakla, birbirinden nefret eden anne-babanın çocuğu olmak bile dünyayı algılayışımızı belirliyor. Yani hem yapısal–kurumsal hem de bireysel–psikolojik düzeyler iç içe geçmiş durumda.

Bu nedenle, aradığım kavram kişiye hem büyük yapıyı hem bireysel zorunlulukları gösterebilmeli. “Verili dünya”, “kaçınılmaz hayat”, “düşülen yazgı”, “seçilmemiş dünya” gibi ifadeler aklıma geliyor ama bunlar yeterince kapsamlı değil. Bizim içine doğduğumuz bir hayat var ve bu hayatın kuralları biz doğmadan önce belirlenmiş durumda. Bizim tercih şansımızın olmadığı bu dünyanın üzerimizde mutlak bir etkisi var.

Sosyoloji okurken hemen hemen bütün düşünürlerin bu kaçınılmazlığa temas ettiğini görmüştüm: Marx, Durkheim, Althusser, Hegel, Bourdieu… Her biri bu konuyu farklı kavramlarla ele almış. Dolayısıyla bu yeni bir mesele değil. Asıl şaşırtıcı olan, bu kadar bilinen bir durumun hâlâ özgün bir kavramla adlandırılmamış olması.

Aradığım kavram şunu anlatmalı:

“İnsanın seçmeden içine doğduğu ve kişiliğini, davranışlarını, duygusal örüntülerini ve dünyayı algılama biçimini belirleyen başlangıç koşullarının bütünü. Bu koşullar beden, aile, kültür, sınıf, tarihsel dönem, ekonomik imkânlar, dil, inanç sistemi, travmalar ve kuşaklar boyunca aktarılan psikolojik yükleri kapsar. Kişi bu koşullarla yaşamaya mecburdur; ancak onlarla nasıl ilişki kuracağını seçme özgürlüğüne sahiptir. Bu kavram kaderin metafizik anlamından farklıdır; dünyevî bir belirlenmişliği ifade eder.”

Benim odaklandığım şey şu: İnsanın kişiliği, kontrol edemediği sayısız parametrenin etkisiyle gelişir. Bu öyle çok katmanlı bir düzen ki… Canlılıktan başlıyor: evrim, sosyallik, birlikte yaşama zorunluluğu, bilinç, tarih, hayatta kalma stratejileri… Oradan köyler–şehirler, dinin ortaya çıkışı, milliyetçilik, siyasi yapıların evrimi, kurumlar, normlar, adetler, aile yapısı, anne–baba rollerinin evrimsel kökeni, ataerkillik, kuşaklararası travmalar… Kısacası, insan yetişirken yüzlerce faktör tarafından şekillendiriliyor.

Aile, bunun en belirleyici orta ölçekli birimi. Hem genetik olarak onların ürünüyüz hem de onların geçmişten devraldığı psikolojik mirasların taşıyıcılarıyız. Kısacası bizler, seçme şansımız olmadan bir dünyanın içine doğuyoruz ve belli bir yaşa kadar tamamen ailemize bağımlıyız. Onların bize sunduğu dünya neyse, onu öğreniyoruz. Sahip olduğumuz mizaç, karakter, sermaye, yetenek, zekâ, fiziksel özellikler—bunların hepsi bizim menzilimizi ve sınırlarımızı belirliyor.

Her birimizin kapasitesi farklıdır ve hepimiz bir zorunluluklar çerçevesinde yaşarız. Bu duruma sadece “kader” demek yetersiz. Bu durumda yeni bir kavrama ihtiyaç var. Belki bir kelime değil ama bir ifade, bir kavramsal çerçeve gerekli. Hem makro hem mikro düzeyleri kapsayan bir adlandırma… Şimdiye kadar bunun için özel bir kavram üretilmemiş olması gerçekten şaşırtıcı.

Aklıma gelen bazı öneriler:

  • Verili Yaşam Alanı

  • Doğuştan Gelen Yaşam Zorunluluğu

  • Doğuştan Belirlenim Alanı

Bu ifadeler bana mantıklı geliyor çünkü nedensellik içeriyor. Her şeyin bir sebebi var; bu sebepler bir zincir gibi birbirini etkiliyor. Tıpkı hava durumu gibi, tıpkı kelebek etkisi gibi… Kişiliğimizin ne kadar çok unsurdan etkilendiğini düşünürsek, hangi şeyin sebebinin ne olduğunu kestirmek neredeyse imkânsız. En çok anne-babamız belirleyici gibi görünse de, onların da geçmişi kendi anne-babalarına bağlı.

Ayrıca bireyin kaderi sadece bireysel etkenlerle açıklanamaz; toplumsal ve tarihsel süreçler de belirleyicidir. Amerika’da yapılan bir başkanlık seçimi bile ruh halimizi etkileyebilir çünkü hepimiz ekonomi ve toplumsal dalgalanmalara bağlıyız. En üstteki siyasetçiden en alttaki köylüye kadar herkes birbirine bağlı. Bu bir örümcek ağı gibi.

Sonuç olarak: Biz hem hesap edemeyeceğimiz kadar büyük güçlerden etkileniyoruz hem de aslında yaşanan her şeyin bir sebebi var. Fizik yasaları dışında hiçbir mucizevi süreç yaşamıyoruz. Ama düzen o kadar büyük ki altındaki nedenleri bilmek mümkün değil. Her insan, kendinden önceki yüzlerce yılın tortusunu taşır. Bu yüzden kaçınılmaz olanı yaşıyoruz. Başka türlü olsaydı, zaten başka türlü olurdu.

Bu noktada metni okurken aklıma şu ifade geldi: “Belirlenmiş Kaçınılmaz Yaşam.” Her birimiz, bunun farkına varmak zorundayız. Bir çeşit belirlenmiş kaçınılmaz yaşamın içindeyiz. Bir şekilde olması gereken oluyor; yaşanması gereken yaşanıyor. Başka türlü olamayacak bir dünyanın içindeyiz.

Her ne dersek diyelim, sonuçta değiştiremeyeceğimiz bir durumu kabul etmek çok önemli. Deniz feneri ve yük gemisi hikâyesinde olduğu gibi: Yük gemisi önünde bir ışık görür ve “Ben 100 gros tonluk bir gemiyim, yolumdan çekil” der. Işık kaynağı ise “Ben de 10 metre yüksekliğinde bir deniz feneriyim; rotayı sen değiştir” diye cevap verir.

Geçmişi, aileyi, doğduğumuz koşulları değiştiremeyiz. Bunları değiştirmeye çalışmak yerine rotamızı değiştirmemiz gerekir. Aksi hâlde çarpacak olan biz oluruz.

g. Yalnızlık ve Yeniden doğum

sayfa 71

Hayattan katı ve zorlayıcı taleplerinden vazgeçtiğinde, 'bırakıp olmasına izin verdiğinde' (akışına bıraktığında), aksi takdirde asla bilemeyeceği, öngörülemeyen şekillerde beklenmedik olasılıklar ortaya çıkabilir.  İşte bunlar, yaşamın verili örüntüsünün (destiny’nin) unsurlarıdır.

Yorumum

Son dönemlerde kafama takılan konu yeniden karşıma çıktı. Terapistim bana “akışına bırak” diyor ama ben bunu bir türlü beceremiyorum. Sanırım “olana izin vermek” denen şey bununla ilgili. Fakat insanın nasıl akışına bırakacağını şu an hiç bilmiyorum. Bana yapılabilir bir şeymiş gibi gelmiyor. Elbette yapılabilir; imkânsız demiyorum. Sadece şu anki donanımım bu kavramı tam olarak algılayamıyor.

Akışına bırakmakta zorlanmamın arkasında, duygularımla kurduğum yanlış ilişki olduğunu düşünüyorum. Şu anda “kötü” diye etiketlediğim bir duygu ortaya çıktığında ilk tepkim, o duyguyu hemen ortadan kaldırmak oluyor. Sanki duyguyu yok sayarsam kendiliğinden kaybolacakmış gibi davranıyorum. Bu duyguya sahip olmayı bir aşağılanma gibi görüyorum; bende yeteneksizlik ve başarısızlık hissi yaratıyor. Böyle hissetmemek için duyguyu mümkün olduğunca hızlı şekilde bastırmaya çalışıyorum. Ama tabii ki başaramıyorum. Tam tersine, daha da geriliyor, kaygılanıyor, tedirgin oluyor ve sonunda paniklemeye başlıyorum. Elim ayağım birbirine dolaşıyor; utancım katlanıyor; kaygılıysam daha da kaygılanıyorum. Yani amacım duyguyu bastırmakken, aslında tam tersini yapıp duyguyu büyütmüş oluyorum.

Oysa sanırım yapmam gereken şey kendime izin vermek. O duyguyu kötü diye yaftalamaktan vazgeçmek. Bir duyguyu yaşamak, yeteneksiz, beceriksiz ya da başarısız biri olduğum anlamına gelmez. Her insan böyle duygularla karşılaşır; bu insan olmanın en doğal hâlidir. Utanıyorsam utanırım, korkuyorsam korkarım, çekiniyorsam çekinirim. Bu yanlış veya hatalı bir durum değil.

Kaçmak istediğim duygu ortaya çıktığında, sanırım onu yaşamaya izin vermem gerekiyor. Bırakacağım. Kaçmayacağım. Utanıyorsam utanayım, korkuyorsam korkayım. Bu aşağılayıcı bir şey değil; doğaldır.

“Akışına bırakmak” tam olarak bu mu bilmiyorum. Ama en azından yaşamaktan kaçmak yerine bu duyguları normal bir durum gibi algılamaya ve hayatın akışı içinde herhangi bir anmış gibi sıradanlaştırmaya çalışacağım.

Nasıl ki biz belirlenmiş bir yaşamın ürünleriysek, aslında yaptığımız tercihler de bu belirlenmişliğe uygun oluyor. Galiba mesele zorunluluktan değil de, kendi seçimlerini yaşayabilmek için çabalamakta. Yaşamın verili örüntüsünü görmek gerekiyor. Kendine kızmayacaksın. Çünkü belirlenmiş bir yaşamın parçası olarak yaşadıklarını yaşıyorsun.

Bir matrikste ya da simülasyonda olduğunu düşün. Asıl mesele bu simülasyonun farkına varmak. Yaşadığın hayat seni yönlendiriyor; geçmişin ve ailen seni biçimlendirmiş. Asıl mesele bu büyük resmi görebilmek. Eğer matriksi olduğu gibi görebilirsen kendini suçlamazsın. Bu noktadan sonra inisiyatif almak ise senin elinde.

Dört sahneden oluşan resimde farklı yaşam koşullarında büyüyen dört çocuk görülüyor: sevgi dolu bir aile, ilgisizlik ve yoksulluk, savaş ortamı ve geleneksel kültürel yapı. Ortada insan silueti beliriyor; tüm bu farklı başlangıçların ortak insan kaderini sembolize ediyor.
Dört kareye bölünmüş bu tablo, insanların içine doğduğu makro ve mikro yaşam koşullarının belirleyici gücünü gösteriyor: Sevgi dolu bir ailede büyüyen çocuk, yoksulluk ve ilgisizlik içindeki çocuk, savaş bölgesinde hayatta kalmaya çalışan çocuk ve güçlü geleneksel-aile yapısında büyüyen çocuk. Ortadaki siluet, tüm insanların aynı dünyaya bambaşka başlangıçlarla geldiğini ve belirlenmiş kaçınılmaz yaşamın kişilik üzerindeki etkisini temsil ediyor.

Yorumlar


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page