top of page

Rollo May Freedom and Destiny: Özgürlüğün Krizi ve Özgürlüğün Paradoksları 4

Rollo May'in Freedom ve Destiny - Özgürl,ük ve Verili Yaşam Örüntüsü kitabının Özgürlüğün Krizi adlı ilk başlığının 4. alt başlığını ele alıyorum. Şu ana kadar 3 başlığı ele aldım. İlk yazıda giriş niteliğinde tanıtıcı bir yazı yazmıştım.

Bu yazıda Rollo May' Özgürlüğün Paradoksları başlığını ele alıyorum.

4. Özgürlüğün Paradoksları

sayfa 90

Bu bölümde karşılaştığımız paradoks, özgürlük ve verili yaşam örüntüsü arasındaki paradokstur. Bu durum birçok şekilde ifade edilebilir. Bunlardan biri şudur: Özgürlük, canlılığını ve sahiciliğini (otantikliğini), verili yaşam örüntüsü ile yan yana durmasından alır. Ve ölüm gibi verili yaşam örüntüsü, bizim için önemlidir çünkü özgürlüğümüzü sürekli tehdit eder; Azrail, attığımız her yolun en ucunda beklemektedir. Ancak herhangi bir anda özgürlüğümüz ne kadar kıt olursa olsun, yeni olasılıklar bizi rüyalarımızda, özlemlerimizde, umutlarımızda ve eylemlerimizde cezbeder ve bu olasılık bizi verili yaşam örüntümüzü kabul etmeye, onunla yüzleşmeye, ona meydan okumaya, onunla mücadele etmeye veya ona isyan etmeye iter.

Yorumum

Hem bizi kısıtlayan, hem de seçmediğimiz bir hayatın içinde yaşıyoruz; ama aynı zamanda özgürlükten söz ediyoruz. Bu gerilim daha önce hapishanedeki mahkûmun “içsel özgürlüğü” metaforuyla açıklanmıştı. Şimdi ise özgürlüğün sahiciliğini bu kısıtlanmışlıktan aldığı söyleniyor. Evet, sınırlı olduğumuzu biliyoruz, fakat yine de hayatın içinde yeni olasılıkları deneyimleme dürtümüz var. Bu içsel hareketlilik, sonuçta bizim de evrimin bir ürünü olmamızdan geliyor.

İnsan, hayatta kalmak ve üremek üzere programlanmış bir canlıdır. Bu iki temel amaç dışında biyolojik bir seçeneğimiz yoktur. Hormonlarımız, içgüdülerimiz, davranış örüntülerimiz bu hedeflere göre evrimleşmiş durumda. Temel ihtiyaçlarımızın büyük bölümü, en sonunda bir karşı cinsle üremeye doğru yönelir. Sahip olduğumuz tüm temel biyolojik donanımın kökeninde bu vardır.

Ancak insanı diğer canlılardan ayıran düşünme, hayal kurma ve soyutlama kapasitesi bize başka bir yön açmış durumda. Biz, hayatta kalmak için bir arada yaşamak zorunda olan ama milyon yıllık evrimsel geçmişi çok daha küçük gruplara uyum sağlamış bir türüz. İnsan beyni, en fazla 50–100 kişilik topluluklar içinde işleyebilecek şekilde evrimleşti. Fakat yerleşik hayata geçişle birlikte zaman açısından neredeyse bir anda yüzbinlerce, milyonlarca insanla aynı sosyal düzeni paylaşmak zorunda kaldık.

Genetik ve zihinsel yapımız bu kadar büyük, karmaşık ve yoğun topluluklara ayak uyduracak şekilde evrimleşmedi. Yalnızca 10 bin yıldır bu yeni koşulların içindeyiz ve henüz bu düzenin doğurduğu sorunlara kalıcı çözümler üretebilmiş değiliz. Aslında bu bile Rollo May’in “destiny”—benim “verili yaşam örüntüsü” dediğim şeyin bir ifadesi. Kapasitemizi aşan karmaşıklıklarla mücadele ediyoruz.

Buradan nereye geliyorum? Aslında içimizdeki evrimsel dürtülerin bizi sürekli çözüm üretmeye zorladığını düşünüyorum. Hayatta kalmak ve üremek için ne gerekiyorsa yapmak zorundayız; bu doğamızın bir parçası. Ve doğamızı gerçekleştirme önündeki her engel bizim için bir sorun oluşturuyor. Eskiden çok az insanla iletişim kurarken tehlikeler ve çözümler daha belirgindi. Şimdi ise çözülmesi gereken sorunların sayısı olağanüstü arttı; bu da modern insanın psikolojik yükünü büyüttü.

Bizler, birbirini destekleyen ve sağlıklı ilişki kurabilen anne babaların çocukları değiliz. Onlar da hayatla baş etmeye çalışan, travmalarla, yetersizliklerle, yanlış öğrenilmiş davranış kalıplarıyla boğuşan insanlar. Ne kadar iyi niyetli olsalar da, gömleğin ilk düğmesi baştan yanlış iliklendiği için hata nesilden nesile aktarıldı ve sıra şimdi bize geldi.

Bu verili yaşam örüntüsüyle kavga etmenin anlamı yok. Dünya buyken başka bir dünya dilemek hiçbir şeyi değiştirmez. Başımıza gelenler geldi ve bitti. Şimdi yapılması gereken, geçmişin üzerimizde bıraktığı kötü etkileri fark etmek, yanlış gelişmiş yanlarımızı düzeltmek ve yolumuza devam etmektir.

sayfa 91

Doğum, ölüm, sevgi, kaygı, suçluluk gibi temel yaşantılar çözülecek sorunlar değil; yüzleşilip kabullenilecek paradokslardır. Bu nedenle terapide sorunları çözmekten söz ediyorsak, bunu yalnızca yaşamın bu temel paradokslarını daha görünür kılmak için yapmalıyız. Nasıl ki normal kaygıyı kabul etmeden nevrotik kaygıdan özgürleşemeyiz, aynı şekilde yaşamın doğal paradokslarını –sevgi ve nefret, yaşam ve ölüm– kabul etmeden de sorunlarımızın zorlayıcı ve nevrotik yönlerinden özgürleşemeyiz.

Yorumum

Bu kitapta paradoks kavramı sık kullanılıyor. Rollo May çoğu zaman iki zıt şeyin bir arada bulunmasını ifade etmek için “paradoks” der. Hayatta bazı konular gerçekten çözülemez; en azından reel düzeyde çözmek mümkün değildir. Felsefi olarak tartışılabilirler, ama pratik bir çözüm sunmazlar. Kaygı vardır, ölüm vardır, suçluluk vardır. Bunların “neden var olduğunu” tartışmanın bir faydası yoktur; bunlar insan olmanın değişmez parçalarıdır.

Ben de bazı duyguları kendime bilinçsizce yasaklamışım. Bunu fark ettiğimde önce inanamadım; çünkü bunu yapan bendim ama yaptığımın farkında değildim. Aslında duyguları yok saymamın kendince anlamlı sebepleri vardı. Korku, kaygı, utanç, sıkılma, tedirginlik, heyecan… Bunları durup dururken kendime yasaklamış değilim. Bu duygulara sahip olduğumu biliyordum, ancak ortaya çıktıklarında gün yüzüne çıkmalarına izin vermiyordum. Onları “yaşanmaması gereken duygular” olarak kodlamıştım. Bu nedenle hissettiğim anda ilk tepkim, o duygudan hemen kurtulmaya çalışmak oluyordu.

Oysa yapılması gereken çok daha basit: Her duygu gibi bu duyguları da soğukkanlılıkla kabul etmek. Utandığımda kötü, başarısız ya da yetersiz biri olmuyorum; sadece o anda utanan bir insan oluyorum. Hepsi bu.

Bir şeyi çözmek ayrı bir şeydir; bazı şeyleri kabul etmek bambaşka bir şey. Hayatta çözülmesi gereken konular vardır, ama hayatın doğal akışına ve kaçınılmaz yapısına ait olan şeyleri çözmeye çalışmak bir uçak gemisiyle dövüşmeye benzer. Basit gerçek şu: Hayatta bazı değişmez sabitler vardır. Bunları değiştirmeye çalışmak zaman kaybıdır. Kaygı vardır ve yaşanır. Kaygı yokmuş gibi davranmak ya da kaygı duymayı “hata” saymak insanı daha çok zorlar.

Çocukken sevilmemiş olmak bir gerçektir; bunu görmek gerekir. Ama “neden sevilmedim?” diye sürekli ağlamak yerine, bu durumun üzerimdeki etkisini anlamak ve o etkiyi aşmak gerekir. Geçmişte yaşadığım olumsuz şeylere ne kadar süre ağlayabilirim ki? Bunun bana hiçbir faydası yok.

a. Büyük Engizitör

sayfa 93

“Onlara özgürlük sözü verdin; oysa kendi basitlikleri ve doğal başına buyruklukları içinde özgürlüğü ne anlayabilirler ne de kaldırabilirler. Özgürlükten korkarlar ve ürkerler; çünkü insan ve insan toplumu için özgürlükten daha katlanılmaz hiçbir şey olmamıştır.

Yaşlı Engizitör’e göre İsa’nın en büyük hatası, Şeytan’ın sunduğu büyülü gücü reddetmesiydi. “(Şu taşları) ekmeğe çevir, ve insanlık sana koyun sürüsü gibi koşsun; minnettar ve itaatkâr olarak. Ama her zaman da korkuyla titreyeceklerdir; elini çekip onları ekmeksiz bırakacaksın diye… Ah, asla, asla kendi ekmeklerini kendileri sağlayamazlar! Özgür kaldıkları sürece hiçbir bilim onlara ekmek veremez. En sonunda şöyle haykıracaklar: ‘Bizi kölen kıl ama bizi doyur.’ … Sana söylüyorum: İnsan, talihsiz bir yaratık olarak doğduğu o özgürlük armağanını kime devredeceğini bir an önce bulma kaygısından daha büyük bir acıyla hiçbir zaman azap çekmemiştir.”

sayfa 93

Her ne kadar Büyük Engizitör, insanların özgürlük yerine ekmeği ve ekmeğin simgelediği güvenliği seçeceklerini savunsa da, o basit bir maddeci değildir. Kilise'nin insanın özgürlüğünü elinden almak istiyorsa, insan vicdanını kontrol altına alması, onu yatıştırması ve insanları iyi ile kötüyü bilmenin yükünden kurtarması gerektiğinin farkındadır. Çünkü ahlaki seçim —ya da vicdan özgürlüğü— insan için en baştan çıkarıcı şeydir. İnsanın yaşamın amacı hakkında sağlam bir anlayışı olmalıdır; aksi halde intihar eder. Büyük Engizitör’e göre insanın üç şeye ihtiyacı vardır ve Kilise bunların hepsini sağlar: “gizem, mucize ve otorite.” Bunlar insanları yalnızca fiziksel açlıktan değil, aynı zamanda vicdanın mücadelelerinden de kurtarır —ve ben eklerim: hayret etme, şaşkınlık, bağımsızlık ve özerklik duygusundan da. Büyük Engizitör’ün sunduğu dünyada, hayatın her düzeyinde güvenlik özlemi galip gelmiştir.

Yorumum

Ben de böyle düşünüyorum. Ortalama, sıradan insan için karnının doyması her şeyden önce gelir. Özgürlük, “elit” değerler, ahlak ya da entelektüel faaliyetler ortalama insanın önem verdiği şeyler değildir. Kendi emeğiyle geçinmek yerine, bir başkasının onu bedavaya doyurmasını tercih eder.

Özgür olmak bana hep yetişkin olmakla eşdeğer gelmiştir. Dindar insanları da çoğu zaman çocuk kalmayı tercih eden kişiler olarak görürüm. Onlara anlatılan masalları sorgulamadan kabul eden çocuklardan pek farkları yoktur. Ne kadar hayali ve gerçeklerden uzak olursa olsun, insan saf ve güvenli bir dünyada yaşamak ister. Acı gerçeklerle yüzleşmek yerine yalan bir dünyayı tercih eder. Çünkü gerçekliği olduğu gibi görmek çok zorlayıcıdır.

Ölüm, adaletsizlik, haksızlık ve eşitsizlik sanki geçiciymiş gibi davranmak, bu acı gerçekliği bir süreliğine yok ediyormuş hissi verir. Oysa ne kadar ölümden sonra bir hayat olduğuna inansan da, ne kadar bu dünyanın eşitsizliklerinin diğer tarafta telafi edileceğini hayal etsen de, gerçek bu değildir.

Gerçeği olduğu gibi kabul edersen inisiyatif alman ve bir şeyleri düzeltmen gerekir. Ve çoğu insan bunun için yeterli güce sahip olmadığını bilir. Ya güçlenip çözüm üreteceksin ya da zayıflığını kabul edip değişmek için çaba göstermeyeceksin. Ancak değişmezsen bu kez bunalım, depresyon ve kaygı gelişir. Tüm bunlar olmasın diye sana anlatılan masallara inanmayı tercih edersin.

Sıradan insanın asıl meselesinin, vicdanını susturmak olduğu ortaya çıkıyor. Peki, neden vicdanın sesi bu kadar rahatsız edici? Vicdan neden susturulmak zorunda kalıyor?

İnsan doğası gereği iyi olanı, doğru olanı yapma eğilimindedir. Çünkü bizler sosyal canlılarız ve yüz binlerce yıl boyunca küçük topluluklar hâlinde birbirimize destek olarak hayatta kaldık. Doğru davranmayanlar gruptan dışlanır, bu da hayatta kalma şansını azaltırdı.

Zaman geçip de büyük kalabalıklar içinde yaşamaya başlayınca tanımadığımız insanlarla ilişki kurmak zorunda kaldık. Böyle olunca, eskisi gibi “yanlış yapınca hayatta kalma riskine girme” durumu ortadan kalktı. Bu ortamda adaletsizlik, eşitsizlik, mal–mülk farkları ortaya çıktı. Kadınların bir mal gibi alınıp satılması, cinselliğin doğallığını bozdu.

Toplum büyüyüp karmaşıklaştıkça düzeni sağlamak için katı kurallar koymak zorunlu hâle geldi. Artık insan, bu karmaşıklıkla baş edebilmek için dine ihtiyaç duymaya başladı. Günah, sevap, doğru, yanlış, ayıp gibi kavramlar böyle ortaya çıktı.

İnsanın içgüdüleri ile toplumsal hayatın dayatmaları arasındaki fark, “doğru ile yanlış” meselesini yarattı. İnsanlık olarak hayvani doğamızı kontrol etmekte zorlanıyoruz. Bu nedenle, “iyi–kötü” problemimizi bir şekilde yönetmemiz gerekiyor. Dinler ise bu ihtiyacı gidermek için çeşitli çözüm yolları üretmiş durumda.

sayfa 95

Büyük Engizitör efsanesi hepimize keskin sorular yöneltir. Rahatı, riske tercih mi ediyoruz? Yaratıcı şüphe yerine durağan bir kesinliği mi seçiyoruz? Güvencesi belli diye sıkıcı ve ruhsuz bir işte kalmayı mı seçiyoruz? Yalnız kalma korkusuyla yıkıcı bir evliliği sürdürmeyi mi? Ibsen’in dediği gibi, bir “oyuncak bebek evinin” güvenliğini mi tutuyoruz? Evlilikteki çatışmalarda sorunları konuşup çözmek yerine, kaçıp gitmeyi mi tercih ediyoruz; çünkü yanlış anlaşılmalarla yüzleşmek, gururun incinmesi ve benlik kabuğunun sarsılması acı veriyor?

b. Özgürlük ve İsyan

sayfa 97

İsyan etme kapasitesiyle, insan onurunun ve ruhunun korunmasını kastediyorum. Kendi özerkliğiyle (otonomisiyle) uzlaşma eylemini, kendi 'hayır'ına saygı duymayı öğrenmeyi kastediyorum. Bu nedenle, isyan etme kapasitesi, bağımsızlığın dayanağı ve insan ruhunun koruyucusudur. İsyan, yaşam özünü, yani benliğin kendi varoluşunun farkında olan bir benlik olarak kalmasını sağlar. İsyan etme kapasitesi, kişinin işbirliğine etkinlik kazandırır. Aksi takdirde kişi, işbirliği yapan bir insan varlığı olmaktan çok, yalnızca edilgen bir insan ağırlığıdır. Ve eğer kişi bu özellikleri kendisinde önemli görüyorsa, sırf kendi psikolojik bütünlüğünü korumak adına bile olsa, bu onur duygusunu ve haklı olarak talep ettiği saygıyı dünyadaki diğer kişilere de tanımak zorundadır.

Yorumum

İnsan doğasında isyan var mıdır? İnsan ne zaman isyan eder? İsyan hangi duruma yönelir? Bence insan, normal şartlar altında isyan etmez. Her şey yolunda giderken neye isyan edeceğiz? İsyanın ortaya çıkması için sınırlarımızın zorlanması gerekir. İsyan edebilmem için hayatımın tehlikeye girdiğini, özgürlüğümün kısıtlandığını ya da adaletsizliğe uğradığımı hissetmem gerekir.

Birisi bana haksızlık ediyorsa, onurumu zedeliyorsa, insan gibi yaşamamı engelliyorsa isyan ederim. Eğer isyan edecek kadar gücüm kalmadıysa bu, yenilgiyi içten içe kabul ettiğimi gösterir.

Asıl sorun bazen gerçekleri görememek olabilir. Öyle bir duruma gelmişimdir ki, onurumun zedelendiğini, haksızlığa uğradığımı, özgürlüğümün elimden alındığını fark etmiyor olabilirim. Yoğun bir beyin yıkamaya maruz kalmışsam yaşadığım gerçekliği seçemem; manipülasyon altındaysam isyan edilmesi gereken bir durumda olduğumu bile anlayamayabilirim. Eğer bu kadar pasifleştirilmişsem, hakkımı savunacak imkânlardan yoksunsam, gerçekten vay hâlime…

Sanırım başımıza gelebilecek en kötü şey, içinde bulunduğumuz durumu doğru değerlendirememek ya da tamamen yanlış anlamaktır. Çünkü insan, yaşadığı durumu gerçek anlamda çözemiyorsa değişmesi de mümkün değildir. İster adına isyan diyelim ister azim ya da değişme iradesi… Sonuçta insan bir noktada “Bu iş böyle gitmez; yeter artık” diyebilmelidir.

Karanlık bir manzarada çatallanan yolların başında duran bir figür; sol tarafta mavi-yeşil tonlarda hayaletimsi bir içsel genç adam beliriyor. Sağ tarafta ise Nora’yı andıran bir kadın, sıcak ışık saçan yarı açık bir kapıdan dışarı adım atıyor. Sahne özgürlük, kader ve içsel uyanış temalarını simgeleyen sinematik bir kompozisyon.
Çatallanan yolların eşiğinde duran bir adam, karanlık gölgelerden yükselen içsel figürle yüzleşirken, uzaklarda (Ibsen – Bir Bebek Evi oyunu) Nora’nın yarı açık kapıdan çıkışı özgürlüğün ilk adımını simgeliyor.

Yorumlar


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page