top of page

Rollo May Freedom and Destiny Özgürlüğün Meyveleri Yaşamın Yenilenmesi Dirim Yetisi (spirit) 12

Dört - Özgürlüğün Meyveleri

Rollo May’in Freedom and Destiny (Özgürlük ve Verili Yaşam Örüntüsü) kitabının dördüncü ana başlığına geldik. Bu ana başlık iki alt başlığa sahip. Bu yazıda " Yaşamın Yenilenmesi" adlı ilk başlığı ele alacağız. Bu yazı sondan bir önceki yazı olacak.

12 Yaşamın Yenilenmesi

a. Özgürlük ve İnsan Dirim Yetisi (Spirit)

b. Gerçek Mistikler (The Authentic Mystics)

c. Şefkat ve Kötülüğün Anlamı (Compassion and the Meaning of Evil)

d. Affetme ve Merhamet

13. Umutsuzluk (Yeis) ve Neşe (Despair and Joy)

a. Umutsuzluğun (Yeisin) Değeri

b. Terapide Yeis (Despair)

c. Yeis ile Neşe Arasındaki İlişki

d. Sevincin Doğası


12 Yaşamın Yenilenmesi

a. Özgürlük ve İnsan Dirim Yetisi (Spirit)

Sayfa 272

İbsen’in söylediği gibi, özgürlük ancak “dirim yetisinin (spirit) ışığında olgunlaşabilir.” Ama bunun tersi de aynı derecede doğrudur: İnsanın dirim yetisi yalnızca özgürlükle mümkün olur. Özgürlük olmadan dirim yetisi olmaz; dirim yetisi olmadan özgürlük olmaz; özgürlük olmadan da “benlik” olmaz.

….

Spirit kelimesini, insan yaşamının maddi olmayan, canlandırıcı ilkesi anlamındaki kökenbilimsel (etimolojik) manasıyla kullanıyorum. Kökü, aynı zamanda "nefes" anlamına gelen spirare'dir ve bu kök aynı zamanda aspire (istemek, arzulamak), aspiration (hedef, emel), inspire (ilham vermek) ve inspiration (ilham) kelimelerinin de kökenidir. Dolayısıyla, spirit (dirim yetisi) yaşamın nefesidir. Yaratılış mitinde belirtildiği gibi, Tanrı dirim yetisini (spirit) Âdem'e üfler ve o andan itibaren Âdem, bu hayat veren ilkeyi kendi soyundan gelenlere (bizim için hâlâ bir sır olan yollarla) aktarma yeteneğini paylaşır.

yorumum

Elimden geldiğince “spirit” kelimesi için uygun bir karşılık bulmaya çalıştım. Böylece “ruh” kelimesinin taşıdığı ağır anlam yükünden bir ölçüde kurtulmuş oldum. Belki Rollo May tam olarak bunu ifade etmiyor; içinde doğrudan nefes, istek, ilham ve emel anlamlarını barındırmasa da dirim, dirilik, yetenek ve yeti kelimelerinin yarattığı pozitif çağrışımlar sayesinde spirit kavramına yaklaşmanın mümkün olabileceğini düşündüm.

Rollo May, özgür olabilmek için dirim yetisine sahip olmak gerektiğini söylüyor. Bu konuyu daha derinlemesine ele almak için henüz yeterli zihinsel hazırlığa sahip olduğumu söyleyemem; daha önce üzerinde düşünmediğim bir mesele. Ancak terapistimin bana bir keresinde “siz ruhunuzla temas kuramıyorsunuz” dediği anı hatırlıyorum. O gün, terapistimin “ruh” derken neyi kastettiğini düşünmüştüm. Bugün ise, onun kastettiği şey ile Rollo May’in dirim yetisi (spirit) derken anlattığı şeyin aynı olup olmadığından emin değilim.

Rollo May’in kastettiği anlamda dirim yetisinin gelişmesi, ortaya çıkması için insanın ne yapması gerekir? Çünkü madem özgür olabilmek için dirim yetisi gerekiyor, o hâlde buna sahip değilsek özgür de olamayız gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu soru ister istemez bir tavuk–yumurta sorununu çağrıştırıyor. Ancak bu kısır döngüye kapılmadan bir yerden başlamak gerektiğini düşünüyorum.

Ben kendi adıma, bu özgürlük ve dirim yetisini ortaya koyma yoluna girdiğime inanıyorum. Duygularımla temas etmeye başladığımdan ve verili yaşam örüntümü olduğu gibi görmeye yaklaştığımdan beri kendimi daha az tutsak hissediyorum. Bu tutsaklıktan kurtuluş hâli, yani daha özgür olma durumu, içimdeki enerjiyi de belirgin biçimde artırıyor. Eskisi kadar kötümser, kapalı ve yavaş hissetmiyorum. İnsan zihninde sürekli bir yükle dolaşırken yavaşlamaması zaten mümkün değil.

Bir bakıma özgürlük, geçmişin yükünden kurtulmak gibi bir şey. Bu yükten kurtulduğunda, dirim yetisi de kendine bir ortaya çıkma alanı buluyor. İç sesini duymak, benliği rahat bırakmak, içinden geçenlere oldukları hâliyle izin vermek; bunların hepsi aynı bütünün parçaları. Bir kez bu yola girdikten sonra artık yokuş yukarı değil, yokuş aşağı ilerliyorsun. Sırtında taşıyamayacağın kadar ağır bir yük kalmadığında, hareket etmek de ister istemez kolaylaşıyor.

  1. Gerçek Mistikler (The Authentic Mystics)

Bu bölümde Rollo May, gerçek mistiklerin —özellikle Meister Eckhart ve Jacob Boehme’nin— insan ruhu, özgürlük ve varoluş hakkındaki olağanüstü sezgilerini inceliyor. Eckhart, insan ruhunun yalnızca sahip olduğu ışıkla yetinmeyip “göklere saldıran” bir arayış içinde olduğunu, sayılar ve ölçülerin ötesine geçerek Tanrıyla birlik ve özgürlük bulduğunu söyler; bu mistik bakışta özgürlük ile zorunluluk birbirinden ayrılmaz hâle gelir. Boehme ise “varoluşun ateş olduğu”nu, ateşin ise irade ve özgürlük olduğunu savunur; özgürlüğün doğanın, hatta Tanrı'nın bile temelinden önce geldiğini ileri sürer. Her iki mistik de kurumsal kilise tarafından sapkın ilan edilmiş, çünkü özgürlüğü merkeze koyan anlayışları kurumun otoritesini tehdit etmiş. May’e göre bu mistiklerin bilgeliği kitaplardan değil, evrenle doğrudan, açıklanamaz bir katılım ilişkisinden gelir ve bu, modern dünyanın yalnızca akılla sınırlı yaklaşımını aşan bir bilgeliktir. Bu mistikler insan ruhu, özgürlük, iyi ve kötünün kaynağı gibi konularda sezgi, telepati ve empatiyi birleştiren benzersiz bir anlayış ortaya koyar; böylece özgürlüğün hem yaratıcı hem de tehlikeli yanını işaret ederler.

  1. Şefkat ve Kötülüğün Anlamı (Compassion and the Meaning of Evil)

sayfa 278

Başkalarının düşüncelerinde neler olup bittiğini anlayamama yeteneksizliğimiz yüzünden, çoğunlukla kasıtsız olarak, kendi ailemizdeki insanlara ve sevdiğimiz kişilere yaptığımız kötülüğü gördüğümüzde, neredeyse hiçbirimiz bundan etkilenmeden kalamayız. Oscar Wilde'ın "Yine de her insan sevdiği şeyi öldürür" dizesi, kötülük sorununun evrensel niteliğini ortaya koyarak bizi bir dereceye kadar rahatlatabilir; kısmen neden olduğumuz zararda yalnız değilizdir. Ancak Wilde aynı zamanda, her birimizin diğer insanlara karşı gösterilen insanlık dışı tutuma katıldığımızı unutmamızı da imkânsız kılar.

Kötülüğün kaçınılmazlığı, özgürlük için ödediğimiz bedeldir. Ve kötülüğün inkârı da özgürlüğün inkârıdır; bunu, Nikolai Berdyayev Jacob Boehme’nin sözlerini yorumlarken açıkça belirtir. Madem ki belli bir özgürlük payımız vardır, o hâlde seçim yapmak zorundayız; bu da doğru seçme ihtimali kadar yanlış seçme ihtimalini de içerir. Özgürlük ve kötülük birbirini varsayar — ister özgürlüğümüzün ve kötülüğümüzün sorumluluğunu kabul edelim, ister etmeyelim. Olasılık, hem iyilik hem de kötülük olasılığıdır. Masumiyet rolüne bürünebiliriz, fakat çocukça bir cehalete geri çekilmek kimseye yardımcı olmaz.

Hepimizin içinde kaçınılmaz bir benmerkezcilik vardır; bu da kendi algılarımızı mutlaklaştırmamıza, dolayısıyla en yakınlarımız için yıkıcı hâle gelmemize yol açar.

sayfa 280-281

Sonuçta yapılan en büyük hata, kötülüğün yüzüne bakmayı reddetmektir. Kötülüğü — ve onunla birlikte özgürlüğü — inkâr etmek, tüm yaklaşımlar arasında en yıkıcı olanıdır. Moon tarikatına (Moonies), Jonestown’a ya da çoğunluğu Kaliforniya’da ortaya çıkan yüzlerce kültün herhangi birine sığınmak, seçimlerimizin bizim yerimize yapılacağı bir liman aramak demektir. Ahlaki belirsizliğe tahammül edemediğimiz için özgürlüğümüzden vazgeçeriz ve yanlış bir seçim yapma ihtimalinden kaçmış oluruz. Jonestown’daki kitlesel intiharlar, bana göre, bu tarikatlara katılanların en başta taşıdıkları tutumların nihai ve korkunç — ama çarpıcı — bir gösterisidir. Bu insanlar, hayatın kısmi kötülüğünden kaçınmak için özgürlüklerini teslim ederek dirim yetisel (spiritual) bir intihar işlediler; sonunda da kendi kitlesel intiharlarıyla dünyaya kötülüğün son ve mutlak biçimini sergilemiş oldular.

yorumum

Türkiye’de tarikatlara giren, bu yapılara katılan çok sayıda insan var. Bu olguya özgürlükle baş edememe açısından yaklaşmak son derece aydınlatıcı. Daha önce duyduğum bazı şeylere akıl sır erdiremiyordum. İnsanların bu kadar kolay biçimde beyinlerinin yıkanabilmesini anlamakta zorlanıyordum. Kendisine şeyh diyen bir kişinin bütün aileyle cinsel ilişkiye girmesi, badelenme hikâyeleri ya da şeyhe dokunabilmek için insanların yerlerde sürünmesi gibi örnekleri hâlâ unutabilmiş değilim.

Çok şaşırtıcı ama bazı insanlar kendilerini bir başkasının eline teslim etmekten memnuniyet duyuyor. Bir otoriteye bağlanmak, karar verme sorumluluğunu devretmek onlar için bir rahatlama anlamına geliyor.

***********

Kötülük meselesine gelirsek… Bir önceki yazıda değindiğim bir nokta, bu bölümü okurken yeniden aklıma geldi. Dünyayı adaletsiz bir yer olarak algılamanın yanlış olduğunu söylemiştim. Aslında başımıza gelen şey çoğu zaman sadece “hayat”tır. Hayatın doğasında olan bir şeye adaletsiz ya da kötü demek, meseleyi yanlış bir yerden ele almaktır. Yaşadığımız hayatın gerçekliği budur.

Bunu vahşi hayvanlarda çok net biçimde görebiliriz. Bir aslan yeni doğmuş bir geyik yavrusunu parçalarken ona “kötü” demiyoruz, değil mi? Aslan bunu kötü olduğu için yapmaz; doğası gereği ve hayatta kalmak zorunda olduğu için yapar.

Burada çok önemli bir ayrım yapmak gerekir: Başımıza gelen bir olay, bir başkasının samimi bir hatasının sonucu mu, yoksa bilinçli ve seçilmiş bir tercihin ürünü mü? Bir yanardağ patladığında ya da bir deprem olduğunda acı çekeriz; fakat bunun bir kötülüğün sonucu olduğunu söylemeyiz. Bunlar doğa olaylarıdır.

Ancak bir başka insanın yaptığı bir eylem bize zarar verdiğinde, ortada bir doğa olayı olmadığını bildiğimiz için muhatabımızı kolayca suçlayabiliriz. Bu bizim doğal hakkımızdır. Kimsenin benim yaşam bütünlüğümü elimden almaya hakkı yoktur. Ne var ki gerçeklik her zaman böyle işlemez.

Bizi sevdiğini söyleyen anne babalarımız bile bize acı çektirebilir. Bir akrabamız bize zarar verebilir; hatta tecavüz gibi ağır travmalar yaşanabilir. Tecavüz ya da fiziksel şiddet, suç kapsamına girdiği için bu tür durumları ayrı bir başlık altında ele almak gerektiğini düşünüyorum.

Benim burada asıl üzerinde durduğum mesele, başımıza gelen ve çoğu zaman “kötülük” olarak algıladığımız şeyin mahiyetidir. Bu tür durumlarda, yaşadığımız olayın arkasındaki niyete bakmamız gerektiğini düşünüyorum.

Eğer karşımızdaki kişinin niyeti bilinçli, seçilmiş ve zarar verici ise; biz de bu nedenle acı çekmişsek, gerçek kötülükten söz edebiliriz. Ancak karşımızdakinin niyeti iyi olduğu hâlde elinden gelen yalnızca buysa, bunu doğrudan kötülük olarak adlandıramayız. Peki o zaman ne diyeceğiz? Adaletsizlik mi, şanssızlık mı?

Sonuçta niyet ister iyi olsun ister kötü, zarar gören biziz. İşte tam bu noktada yaşadığımız olayı verili yaşam örüntüsü olarak algılamaktan başka çaremiz kalmaz. Çünkü artık değiştiremeyeceğimiz, olmuş bitmiş ve geri döndürülemez bir durumdan söz ediyoruz.

Yaşadığımız şeye ister kötülük diyelim, ister şanssızlık, ister adaletsizlik… Sonuç değişmez. Yapabileceğimiz tek şey, bu durumu hayatın bir parçası olarak kabul etmek ve yolumuza devam etmeyi öğrenmektir.


  1. Affetme ve Merhamet

sayfa 284

Affetmek, ebeveynler ve çocuklar söz konusu olduğunda, oğulları ve kızları da kapsayacak şekilde genişler; zira pişmanlıklar, genellikle zıtları gibi görünen bir şeyle, yani ebeveynlerin oğullarına veya kızlarına kendilerine bu denli şaşkınlık ve ıstırap yaşattıkları için duydukları gücenme (kırgınlık) ile iç içe geçmiştir.

Böylece kendini affetmek, kişinin başkalarını affetmesini mümkün kılar. Merhametin bir aşaması olan affetme, insanlık komedilerimize daha derin bir anlam katar ve trajedilerimizden içgörü edinmemizi sağlayarak onları katlanılabilir hale getirir.

Affetmek, çoğu insan ilişkisinde biriken bir lanet olan gücenmeyi—"pişmanlığı def etmeyi"—aşmak anlamına gelir. Hem kendimizi hem de başkalarını affetmek, bu gücenmeyi aşmanın tek yolu olabilir. Başkalarını affetmenin sağlığı iyileştirici yönü, aynı zamanda kendine yönelik gücenmeyi de silip atmasına yardımcı olmasıdır.

Merhamet—bir başkasıyla birlikte tutkuya sahip olma kapasitesi—empatiyi, yani dünyayı diğer kişinin gördüğü gibi görebilme yeteneğini içerir. Merhamet, insan olmanın ne anlama geldiğine dair bize taze bir bakış açısı sunar ve hem kendimizi hem de bizi etkileyen kişileri daha az sert yargılamamıza yardımcı olur.

Alternatif çeviri:

(Affetme, ebeveyn–çocuk ilişkisinde yalnızca anne babaya değil, evlatlara da yönelir; çünkü pişmanlık duygusu çoğu zaman onun zıttı gibi görünen bir şeyle, yani anne babanın çocuklarına karşı duyduğu — onlara bu kadar kafa karışıklığı ve acı çektirdikleri için — kızgınlıkla iç içe geçmiştir.  Böylece insanın kendisini affetmesi, başkalarını affedebilmesini mümkün kılar. Affetme — şefkatin bir yönü olarak — insan hayatındaki “komedilere” daha derin bir anlam verir; trajedilerimizden içgörü çıkarmamıza yardımcı olur ve böylece onların katlanılabilir olmasını sağlar. 

Affetmek; ilişkilerin çoğunda biriken lanetli bir tortu olan öfkeyi, içten içe büyüyen kini aşmak, “pişmanlığı kovmak” demektir. Hem kendimizi hem başkalarını affetmek, bu öfkeyi aşmanın belki de tek yoludur. Başkalarını affetmenin iyileştirici yanı, aynı zamanda kendimize duyduğumuz öfkeyi de silmeye yardım etmesidir.

Şefkat — bir başkasıyla birlikte “tutku duyabilme” kapasitesi — empatiyi, yani dünyayı diğer insanın gözlerinden görebilme yeteneğini içerir. Şefkat bize insan olmanın anlamına dair taze bir perspektif kazandırır ve hem kendimizi hem de bize temas eden insanları daha az sert yargılamamıza yardımcı olur.)

yorumum

Bu çevirmesi zor bir paragraf. İngilizcesi de oldukça karmaşık. Zaten aileyle kurulan ilişkinin kendisi başlı başına karmaşık bir yapı. Ailemiz bizi hem incitir hem de çoğu zaman bunun bilincinde olmadan bize öfke duyar. Sanırım işin özü şu: Anne babalar da herkes gibi yaşamayı becermeye çalışırlar ama çoğu zaman beceremezler. Zaten kim becerebiliyor ki?

Yani mesele tek taraflı değil. Anne babalar ir yandan bize zarar verirlerken, diğer yandan içlerinde bize yönelik bir öfke de taşırlar. Çünkü çoğu zaman onların hayalindeki insan olmadığımız için bizi kendi zihinlerindeki kalıba sokmaya çalışırlar. Kafalarında bir “ideal insan” tanımı vardır ve biz bu tanıma uymadığımızda hayal kırıklığı yaşar, ardından öfkelenirler.

Ben hem bir çocuğum hem de aynı zamanda bir babayım. Bu yüzden meselenin iki tarafını da biliyorum. İnsanın çocuğuna duyduğu öfkeyi tanıyorum. Ne kadar bilinçli olmaya çalışsan da kendini bu konuda ikna etmek kolay olmuyor. Bir yandan çocuğunun özerk bir birey olmasını istiyorsun, diğer yandan onu bildiğin ve doğru bulduğun şekilde biçimlendirmeye çalışıyorsun. Niyetin kötü değil; ama yaptığın şeyle çocuğuna zarar veriyorsun. Üstelik kafandaki ideal çocukla uyuşmadığı için ona kızıyorsun.

Zihnindeki hayal şu olabilir: 130 IQ’ya sahip, sevimli, akıllı, söz dinleyen, empati yeteneği gelişmiş, hoşgörülü, terbiyeli, esprili, spora yatkın, sanatsal yönü olan, liderlik özellikleri taşıyan, komik ve anlayışlı bir çocuk… Liste uzayıp gider. Ama elindeki “ürün” böyle değildir. Onun da kendine ait bir kapasitesi, mizacı, huyları vardır. O senin hayalindeki çocuk değildir; o kendisidir. Olduğu hâliyle odur.

Sorun da tam olarak burada başlar. Bizler de zamanında hayalindeki çocuğa sahip olamayan anne babaların çocuklarıyız. Yani mesele yine tek taraflı değildir. Sen bugün bu yazdıklarımın bilincindeysen, anne babandan bir ölçüde farklısındır; ama büyük ihtimalle sen de istediğin hayatı tam anlamıyla yaşayamamış bir insansın. Çünkü sen de bu hayatın ürettiği birisin ve senin de zihninde bir “ideal çocuk” vardır. Eğer çocuğun bu ideale uymazsa, onu şekillendirmeye çalışırsın. Tıpkı anne babanın sana yaptığı gibi. Bildiğin neyse onu uygularsın.

İşte bu alıntı da tam olarak bu karşılıklı ilişkiden söz ediyor. Ancak metnin kendini affetme meselesini buraya nasıl bağladığı açık değil. Kendini affeden kim? Anne baba mı, çocuk mu? Anne baba zaten bir çocuk dünyaya getirmiştir ve bir şekilde bu çocuk sorunlu bir yetişkine dönüşmüştür. Anne baba kendini affetse ne olur, affetmese ne olur? Zaten yeterince bilinçli olsalar çocuklarına bu kadar zarar vermezlerdi. Asıl soru, yetişkin hâline gelmiş ve sorunları olan çocuğun ne yapacağıdır.

Kötü bir aile ortamında büyümüş, dezavantajlı bir verili yaşam örüntüsüne sahip bir kişi şu bakış açısını geliştirmek zorundadır diye düşünüyorum: Anne babamız bize kötü davrandılar, bizi yeterince sevemediler; kendilerince haklı gerekçelerle bizi bildikleri gibi yetiştirdiler. Sonuç olarak travmalarla dolu bir çocukluk yaşadık. Eğer bu çocukluğu kabul etmezsek, eğer bu geçmişle barışmazsak yolumuza devam edemiyoruz.

Peki kendimizi neden affedeceğiz? Çünkü yaşadığımız hayatın suçlusu biz değiliz. Başımıza gelenlerden biz sorumlu değiliz. Eğer ortada bir suç yoksa, eğer doğrudan bir sorumlu yoksa —ya da daha doğrusu sen suçlu değilsen— affetmen gereken kimdir? İşte burada ciddi bir kavramsal karmaşa ortaya çıkıyor. Ailemizi affedebiliriz; çünkü onları sorumlu ya da suçlu olarak konumlandırabiliriz. Bu durumda “af”tan söz etmek mümkündür.

Ama geçmişi algılama biçimimizi değiştirdiğimizde, ortada affedilecek bir şey de kalmaz. Aksi hâlde içimizde biriken öfke, kin, gücenme —adı her neyse— yok olup gitmeden yolumuza devam edemiyoruz. İçimizdeki bu duyguların bir şekilde çözülmesi gerekiyor. Buna “affetmek” demek şart mı, emin değilim.

Eğer kitabın buraya kadar olan kısmını gerçekten özümsediysek —yaklaşık üç yüz sayfa boyunca verili yaşam örüntüsünü görmekten, anlamaktan, algılamaktan ve kabul etmekten söz edildikten sonra— zaten affedilecek bir konu kalmıyor. Çünkü olan her şey, olması gerektiği gibi olmuş. Başka türlü olabilse, başka türlü olurdu. Geçmiş, domino taşları gibi devrile devrile bizi bugüne getirdi. Değiştirilemeyecek bir geçmişten söz ediyoruz.

Affetmeyip ne yapacaksın? Affetmez, bu yükü içinde taşımaya devam edersen ilerleyemiyorsun. Geçmişe takılı kalıyorsun. İlerlemek, değişmek ve dolu, anlamlı bir hayat yaşayabilmek için geçmişe takılı kalmayı bırakmak zorundasın.

sayfa 286

Alfred Adler defalarca şöyle demiştir: “Tedavi tekniği kişinin kendi içinde olmalıdır.” Ve devamında, en iyi terapistin kendi sorunları olan, fakat bu sorunların farkında olup üzerinde çalışan kişi olduğunu belirtmiştir. Psikoterapide, kişi kendi psikolojik sorunlarını hiç deneyimlememişse, başkasına gerçek bir şefkat duyamaz. Burada kastettiğim, terapistin danışanla aynı türden sorunları yaşamış olması değildir — bu gerekli değildir. Ancak terapist, Yeats’in sözleriyle benlik ile ruh (soul) arasındaki mücadele”nin nasıl bir şey olduğunu bizzat kendi deneyimlerinden bilmelidir.

sayfa 288-289

Şer (Kötülük/evil) bir gecede yok olmayacak veya azalıp küçülmeyecektir. Sabah uyandığımızda şerrin yeryüzünden silinip gittiğini asla görmeyeceğiz. İnsan yaşamının amacı, hata yapmaktan kaçınmak veya lekesiz bir kalkan (armayı) göstermek değil; verili yaşam örüntümüz kendini açığa vurdukça ortaya çıkan zorluklarla yüzleşmek için ayağa kalkmak ve hangi zorluklarla meşgul olmak istediğimizi özgürce aramaktır. Benim insan trajikomedisini okumam şöyledir: Mücadele etmeye devam edeceğiz, büyük bir nükleer felaketten kıl payı kurtulacağız, hem kendimizde hem de toplumumuzdaki tuzakların farkına varmaya çalışacağız ki, mümkün olduğunda yapıcı seçimler yapabilelim. Bu trajikomedide affetme ve merhamet, adaleti tatlandıracak ve güzelliğin varlığı, sevgi duygusu ve ara sıra yaşanan neşe deneyimiyle hayatı katlanılır kılacaktır.

yorumum

Hata yapmanın insanın üzerinde ne kadar büyük bir yük oluşturduğunu fark ediyorum. Muhtemelen sahip olduğum olumsuz özelliklerin başında bu geliyor. Hata yapmayı, sanki dünyanın sonuymuş gibi algıladığımı fark ediyorum. Çocukluğumda sürekli eleştirilmek, yargılanmak ve kendim gibi olmama izin verilmemesi, beni zamanla bu noktaya getirmiş.

Bu kitap bana yeni bir bakış açısı sundu. Sosyoloji, evrimsel psikoloji, antropoloji ve psikolojiyi bu şekilde bir araya getiren bir yaklaşım tam da bana hitap ediyor. Okuduğum, öğrendiğim, kendimi geliştirdiğim ve kendime yatırım yaptığım pek çok konuyu, bu kitabın meseleyi ele alış biçimi sayesinde daha net görmem mümkün oldu.

Elbette bazı noktalarda eleştirilerim var; ancak genel olarak o kadar tutarlı ve işlevsel bir perspektif sunuyor ki, hayran kalmamak mümkün değil.


Karanlık bir çevrede duran bir insan figürü, elinde kendi içinden doğan bir ışık kaynağı tutuyor; bu ışık, insanın bilinç, sorumluluk ve içsel canlılık yoluyla yaşamla bağ kurma gücünü simgeliyor.

Karanlık bir ortamda duran insan figürü, dış dünyadan kopuşu değil; içsel dikkat ve bilinçli farkındalık hâlini temsil eder. Etrafındaki belirsizlik ve loşluk, insanın yaşam koşulları, sınırları ve kaçınılmaz belirsizlikleriyle yüzleşmesini simgeler. Figürün elindeki ışık kaynağı, dışarıdan gelen bir kurtuluşu değil, bireyin kendi içinde ürettiği canlılık, anlam ve yön duygusunu ifade eder. Bu ışık; Rollo May’in tanımladığı biçimiyle, insanın sorumluluk alarak, edilgenliğe düşmeden yaşamla ilişki kurabilme kapasitesi olan dirim yetisinin görsel karşılığıdır. Görsel, özgürlüğün hazır bir armağan değil, bilinçli farkındalık ve içgörüyle sürdürülen bir insanî çaba olduğunu vurgular.


Yorumlar


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page