Rollo May Freedom and Destiny (Özgürlük ve Verili Yaşam Örüntüsü) İnsanın Verili Yaşam Örüntüsü Nedir 5.2
- Okunduğu Gibi
- 7 gün önce
- 15 dakikada okunur
Rollo May'in Freedom ve Destiny (Özgürlük ve Verili Yaşam Örüntüsü) kitabının Özgürlüğün Krizi adlı ilk başlığının 5. alt başlığına geldik. Başlığın adı İnsanın Kaderi Üzerine. İlk yazıda determinizm ile Yaşamın Verili Örüntüsü arasındaki ilişkiyi gördük. Rollo May bu başlıkta Verili Yaşam Örüntüsü Nedir sorusunu cevaplıyor.
5. İnsanın Kaderi Üzerine
b. Verili Yaşam Örüntüsü (Kader) Nedir
c. Verili Yaşam Örüntüsü (Kader) ve Sorumluluk
b. Kader Nedir
sayfa 116-117
Doğru, “destiny” (kader) sözcüğünün tanımlarında “geri döndürülemez yazgı” anlamı vardır; fakat bundan çok daha fazlasını da içerir. Sözcüğün fiil hali olan to destine, “adamak, tahsis etmek, kutsamak” anlamlarına gelir. Destiny, aynı zamanda destination (varış noktası) kelimesiyle akrabadır ve bu da bir hedefe doğru ilerlemeyi ima eder. Yani bu kavram iki eğilimi içerir: yön duygusu ve tasarım/örüntü duygusu. Bunlar insan olmanın temel boyutlarıdır; bilardo topları metaforu çoktan geride kalmıştır.
Ben destiny’yi, yaşamın bize verilmiş sınırları ve yetenekleri içeren örüntü olarak tanımlıyorum. Bu sınırlar ölüm gibi büyük olabileceği gibi, benzin kıtlığı gibi küçük ölçekli de olabilir. Göreceğiz ki, bu sınırlara yüzümüzü dönmemiz, yaratıcılığımızın doğduğu yerdir. “Destiny” ortadan kaldırılamaz; onu silemeyiz ya da yerine başka bir şey koyamayız. Fakat ona nasıl karşılık vereceğimizi, verili yeteneklerimizi nasıl yaşayacağımızı seçebiliriz. “Destiny”, sosyolojik veya ahlaki yargılardan önceki koşulumuzu anlatan terimdir. İnsan için özsel ve varoluşsaldır; her anın ilk deneyim alanını ifade eder. Evrenin tasarımının, her birimizin içindeki tasarım aracılığıyla konuşmasıdır.
Yorumum
Yukarıdaki bölümü okuduktan sonra buraya kadar okuduğum tüm “kader” geçen yerleri, aslında “yaşamın bize verdiği sınırlar” ve “ilk deneyim alanı” olarak okumak gerektiğini anlıyoruz.. Bu açıdan bakınca Rollo May’in kitabının gerçekten yanlış tasarlamış olduğu anlaşılıyor. Çünkü “destiny” kavramını onlarca kez kullanmasına rağmen, bu kelimeyle ne kastettiğini kitabın çok geç bir bölümünde açıklıyor. Bir okurun, May’in “kader”e yüklediği bu özel anlamı kendiliğinden fark etmesi mümkün değil. Ben daha kitabın başlarında bu sorunu görmüş ve özellikle destiny kavramının May için ne anlama geldiğini araştırmıştım. Ama herkes benim gibi yapamayabilir.
Yine de bu durum çok faydalı bir şeye kapı açtı. Bu olguyu ifade eden özgün bir kavrama gerçekten ihtiyaç olduğunu görüyorum. Var olan kelimeler, içine doğduğumuz ve değiştirme şansımızın olmadığı tüm bu koşulları karşılamada yetersiz kalıyor. Çünkü kaçınılmaz, zorunlu, değiştirilmesi imkânsız ve sebepsiz olmayan bir durumdan bahsediyoruz. Hepimiz, içine doğduğumuz anın mahkûmuyuz. Sadece “an”ın değil; zamanın, genetiğin, ebeveynlerimizin fiziksel ve ruhsal sağlığının, kendi bedenimizin, kültürün, sosyolojinin, ekonominin, siyasetin, dinin, kurumların, geleneklerin ve ahlakın da…
Kısacası “yaşamak” dediğimiz şey, bu zorunlulukların bizim üzerimizdeki etkisi.
Ama önemli bir sorun var: Diyelim ki toplamda 20 temel belirleyici etken saptadık. Bunlar her insan için aynı değil. Hepimiz belirlenmiş bir dünyaya gözümüzü açıyoruz; fakat bu belirlenmiş dünya herkese eşit davranmıyor. Asıl mesele de burada.
Değiştiremeyeceğimiz şeyleri “dert etmeyelim, görelim ve kabul edelim” desek bile ortada inkâr edilemez bir adaletsizlik olduğunu kabul etmek zorundayız. İki kolu olmadan doğan bir çocukla sağlıklı doğan bir çocuğun şansı aynı değil. Zengin bir aile ile fakir bir ailenin, İsveç ile Afganistan’ın, laik bir aile ile şeriatçı bir ailenin sunduğu imkânlar aynı değil.
Doğduğumuz anda sahip olduğumuz tüm parametreler —ben buna “matriks” demeyi uygun buluyorum— nasıl bir hayat yaşayacağımızı belirliyor.
Rollo May’in dediği şu: Evet, şanssız olabilirsin. Evet, birçoklarından geride başlamış olabilirsin. Ama bunları dert ederek yaşamanın hiçbir faydası yok; çünkü değiştiremezsin. Elindekinden maksimum verimi almaya çalış. Şartlarını gör ve özgürleş. Bu şartlarla kavga etmek yerine onları aşmaya odaklan.
Not: Normalde burada yazdığım bir bölümü çıkartıyorum ve 3. yazıya aktarıyorum. Hem bu yazı uzun olmasın diye hem de kendi başına bir yazı konusu olduğu için. Bu ayırdığım kısmın adı "İnsanın İçine Doğduğu ve Değiştiremeyeceği Temel Parametreler" olacak.
sayfa 117-118
Verili Yaşam Örüntüsü (destiny) bizi farklı düzlemlerde karşılar. Birincisi, kozmik düzeyde Verili Yaşam Örüntümüz vardır; doğum ve ölüm gibi. Sigara içmeyi bırakmakla ölümü biraz erteleyebiliriz, ya da intiharla onu davet edebiliriz; fakat bütün bunlara rağmen ölüm, geri döndürülemez biçimde orada bizi bekler. Dylan Thomas’ın babasının ölümü üzerine yazdığı şiir güçlü ve çarpıcı bir yaratıdır; fakat bu, babasının ölmek zorunda olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamıştır.
Bu kozmik düzeyde, sigorta poliçelerinde garip şekilde “Tanrı’nın işleri” olarak adlandırılan depremler ve yanardağlar da vardır. Depremlerin ve volkanların yakınından kaçmayı seçebiliriz, ya da tüm riskleri göze alarak onların patlama hatlarında kalmayı. Ama evrenin bu tür patlamalarının, bize en ufak bir kaygı duymadan meydana geldiği gerçeğinden kaçamayız. Verili Yaşam Örüntüsünün bu sözde yıkıcı yönlerini kabul ettiğimizde, aynı örüntünün olumlu tarafını da görürüz: “iz bırakmayan ormanlarda duyulan haz” ve “ıssız kıyıda yaşanan esrime” gibi.
İkinci grup “verili olanlar” ise genetik düzeydedir. Verili Yaşam Örüntümüz göz rengimizde, tenimizde, doğduğumuz ırkta, erkek ya da kadın oluşumuzda kendini gösterir. Freud’un ünlü sözüyle: “Anatomi Verili Yaşam Örüntüsüdür.” Müzik, matematik ya da resim gibi özel yetenekler de bu paketin içindedir; insan kendini onlara sahip kılınmış gibi hisseder. Yetenekleri inkâr etmek cezasız kalmaz; bu inkârın bir adı nevrozdur.
Üçüncü katman kültürel Verili Yaşam Örüntüsüdür. Heidegger’in deyimiyle, dünyaya “fırlatılmış” olarak geliriz: Seçmediğimiz bir aileye, bilmediğimiz bir kültüre, hiçbir söz hakkımızın olmadığı belirli bir tarihsel ana. Ailemizi eleştirebilir, hatta onlarla mücadele edebiliriz; fakat ondan kökten kopmanın kalıcı bir yolu yoktur. Bronislaw Malinowski’nin dediği gibi: “Özgürlüğün büyük duygusal gücü, insan yaşamının ve mutluluk arayışının, insanın çevreyle, diğer insanlarla ve bizzat Verili Yaşam Örüntüsüyle mücadelesinde kültürün sağladığı araçlara bağlı olmasından gelir.”
Dördüncü grup ise koşulsal (tarihsel-olaylı) Verili Yaşam Örüntüsüdür. Borsa yükselir ve düşer; bir savaş ilan edilir; Pearl Harbor bombalanır. Bunlar bir kez olduktan sonra geri alınamaz, görmezden gelinemez, yeniden yapılması mümkün değildir.
Yorumum
İşte sayfalardır üzerinde düşündüğüm şeyi Rollo May sonunda kendi bakış açısıyla açık ve güçlü bir biçimde ortaya koydu. Ne kadar güzel anlatmış. Fakat bütün bu anlattıkları, aslında “kader” kavramından farklı, daha özel bir kavrama ihtiyaç duymuyor mu? Böylesine köklü, tarihsel ve gerçek bir olguyu neden yeni bir kavramla adlandırmayalım? Bu kadar temel bir durumu bugüne kadar spesifik bir terimle karşılamamış olmamız gerçekten şaşırtıcı.
Ben şimdiye dek May’in destiny dediği yerlere “verili yaşam örüntüsü” yazdım; fakat bunun estetik açıdan çok da hoş durmadığının farkındayım. Sanki bu durum için, hem anlam yükü fazla olmayan hem de doğrudan sezdiren yeni bir kelime bulmak çok daha yerinde olurdu. Mesela sadece “örüntü” demek bile bu anlamı kısmen taşıyor; elbette tek başına yeterli değil ama neyi kastettiğimizi açıkladığımız sürece yeni bir kavram oluşturmakta bir sakınca görmüyorum. Acaba örüntüden yola çıkarak “yaşam örüsü” gibi bir kelime icat edilebilir mi?
Rollo May’in yazdıklarına gelince söyleyecek söz yok. Biraz önceki alıntıda sekiz ana başlık altında bir sınıflandırma yapmıştım. Sosyoloji ve antropoloji eğitimim sırasında fark ettiğim bir durumu, şimdi psikolojiyi de ekleyerek daha geniş bir çerçeveye oturttuğumu görüyorum. Aslında insanın içine doğduğu ve değiştiremeyeceği bir dünyaya doğma olgusunu ilk olarak sosyoloji okurken tespit etmiştim. Şimdi ise Rollo May, benim için adeta çığır açıcı bir biçimde, bu yaklaşımı insanın psikolojik gelişimine uyguluyor. Bu nedenle bu bakış açısını gerçekten çok sevdim.
sayfa 118-119
Verili yaşam örüntüsünün farklı biçimlerini, çeşitli derecelere sahip bir spektrum üzerinde düşünebiliriz. Sol uç noktaya filozofların zorunluluk (necessity) dediği, şairlerin ise yazgı/kader (fate) dediği (depremler veya volkanlar gibi) durumları koyarım. Bunlar insan müdahalesine neredeyse hiç açık değildir. Determinizmi de bu uca yakın bir yere yerleştiririm. Ortaya insan zihninin bilinçdışı işlevini yerleştiririm, çünkü bu kısmen belirlenmiştir ve kısmen de insan etkinliğinden etkilenir. Verili yaşam örüntüsünün kültürel yönlerini spektrumun sağ ucuna daha yakın bir yere koyarım, zira toplumumuzu veya tarihsel dönemimizi seçme konusunda söz hakkımız olmasa da, bunları nasıl kullanacağımız konusunda oldukça fazla özgürlüğe sahibiz. En sağ uca ise yeteneği koyarım, çünkü o bir anlamda verilmiş olsa da, onu nasıl kullanacağımız konusunda kayda değer bir özgürlüğe sahibiz.
Kişinin kendi verili yaşam örüntüsüyle ilişki kurma biçimleri de çeşitlilik gösterir. Birincisi, onunla işbirliği yapmaktır. Romalı Stoacı Marcus Aurelius'un aklındaki verili yaşam örüntüsünün yönleri, bu işbirliğine en iyi uyanlardır: "Her insana tayin edilen verili yaşam örüntüsü, ona uygundur ve onu kendine uydurur." Bir diğer yol, kişinin verili yaşam örüntüsünün farkında olmak ve onu kabullenmektir. Çoğumuz bunu en azından yüzeysel olarak fiziksel boyutumuz, anatomimiz ve ölümle ilgili olarak yaparız. Üçüncü bir yol daha aktiftir; o da kişinin verili yaşam örüntüsüyle meşgul olmasıdır. Dördüncü bir yol, kişinin verili yaşam örüntüsüne tamamen karşı çıkması ve meydan okumasıdır. Philip'in ölmüş annesiyle yaptığı konuşmalar buna örnektir. Beşinci ve en aktif tepki ise verili yaşam örüntüsü ile yüzleşmek ve ona isyan etmektir. Dylan Thomas'ın "Işığın sönüşüne öfkelen, öfkelen" sözü buna bir örnektir. Şüphesiz, bu yollar birbirini dışlamaz ve hepimiz farklı zamanlarda bunların hepsini kullanırız.
Yorumum
Be güzel kardeşim maden bu destiny mevzuunu bu kadar kapsayıcı ve harika şekilde ele alacaktın ne diye yordun beni. Konuyu o kadar iyi özetlemişsin ve tüm boyutlarını o kadar iyi ele almışsın ki üstüne ne söz söylenir. Sadece destiny yerine yeni bir kavramla bu konuyu ele almış olsan diyecek hiçbir sözüm yok. Ve asıl önemlisi tüm bu anlattıklarını kitabın en başında giriş bilgisi olarak yazsan dört dörtlük olacakmış.
sayfa 121
İnsanın kaderine içeriden bakıldığında, Ortega y Gasset her birimizin kaderine “yaşamsal tasarım” (vital design) adını verir. Bu, verili yaşam örüntüsünü bir varış noktası olarak, yani her birimizin içinde sezdiği anlamlı bir yön ya da yönler arasındaki çatışma olarak kavrar. “İrademiz bu yaşamsal tasarımı gerçekleştirmekte özgürdür; ama onu değiştiremeyiz, kısaltamayız ya da yerine başka bir şey koyamayız.” İçinde yaşadığımız çevre, karşılaştığımız dış dünya ve o ana kadar gelişmiş olan kendi karakterimiz, bu görevi kolaylaştırabilir ya da zorlaştırabilir, ama ortadan kaldıramaz. Ortega devam eder: “Yaşam, her birimizin olduğu ‘varoluş tasarımını’ gerçekleştirme zorunluluğudur... Yaşamın anlamı, kişinin bu kaçınılmaz koşulunu kabul etmesi ve onu kendi yaratımına dönüştürmesinden başka bir şey değildir.”
Bu anlamda verili yaşam örüntüsü, hayatımızın, yıllarımızı bulmaya çalıştığımız, arayıp el yordamıyla yokladığımız, bu işi veya şu işi denediğimiz, bu kadını veya adamı sevdiğimiz, bu terapistin veya şu terapistin ofisine tökezleyerek girdiğimiz; bazen başarıyla bazen de başarısızlıkla sonuçlanan tasarımıdır.
Yorumum
Bu alıntıda şunu gördüm: Pek çok sanatçı ve düşünür bu durumu fark etmiş; hatta —her ne kadar içime sinmese de— dinler bile bir ölçüde bunu görmüş. Ancak dinlerin, yaşadığımız zorunlu hayatı bir tanrıya bağlamaları beni rahatsız ediyor. Çünkü yaşadığımız çaresizlik ve adaletsizliklere çözüm olarak Tanrı’yı öne sürmeleri, konuya doğal olarak önyargıyla yaklaşmama yol açıyor.
Ulu bir yaratığın benim başıma ne geleceğini biliyor olmasının hiçbir anlamı yok. Böyle söylediğinizde, yaşadığınız tüm kötü olayların kaçınılmaz olduğunu ve önceden yazıldığını iddia etmiş oluyorsunuz. Böylece sorumluluğu üzerinizden atıyorsunuz: “Allah istemeseydi başıma bu gelmezdi.” “Nasibimde yokmuş.” “Kısmet değilmiş.”
Bu bakış açısı, insanı tamamen pasifleştiren bir dünya görüşü yaratıyor. Hayatın zorunlu olarak yaşandığını, elinden bir şey gelmeyeceğini söyleyen bir anlayış… Bu yaklaşım o kadar boş ki insan ister istemez şu soruyu soruyor: Madem Tanrı benim başıma ne geleceğini biliyor, o hâlde ben neden varım? Neden yaşıyorum?
İşte bu nedenle dinsel anlamdaki kader kavramını duyduğumda geriliyorum. Çünkü insanın hayatını anlamsızlaştırıyor, öznesini yok ediyor. Bu yüzden kader kelimesinin dinsel bağlamdaki kullanımından uzak durmaya çalışıyorum.
Burada anlatılan verili yaşam örüntüsü kavramının ise çok değerli olduğunu düşünüyorum. Bu kavram, dinsel kader anlayışıyla hiçbir şekilde aynı cümlede geçmemeli. Biri pasifleştiren, sorumluluğu ortadan kaldıran bir dogma; diğeri ise insanın içinde doğduğu koşulları fark edip bu koşullar içinde özgürlük alanını bulmasına imkân veren bir perspektif.
Kapalı bir sistemde tüm girdileri tam anlamıyla biliyorsak ve bu girdilerin birbirleriyle ilişkilerini kontrol edebiliyorsak, sistemin bir sonraki aşamada ne durumda olacağını öngörebiliriz. Bunda mistik ya da metafizik hiçbir şey yok. Eğer girdi sayısı sadece iki ise ve değişkenler üzerinde mutlak bir hâkimiyetimiz varsa, o sistemi tamamen çözebiliriz.
Bir masa üzerindeki bilardo topları buna mükemmel bir örnektir. İki top çarpıştığında ne olacağını neredeyse yüzde yüz doğrulukla biliriz. Bu, nedenselliktir; bilinmez bir tarafı yoktur.
Fakat bir insanın doğduğu anda nasıl biri olacağını bilmek mümkün değildir. Hayal gücümüzle yaşayabileceği hayatın kabaca bir taslağını çizebiliriz, ama bu, milyonlarca — hatta milyarlarca — kurgusal hikâyeden yalnızca biridir. Nasıl bir insan olacağını, nasıl bir hayat yaşayacağını %100 bilmemiz imkânsızdır. Evet, doğduğu şartlar hayatının sınırlarını belirler; ama yine de kesinlik yoktur.
Bu durumda tarih okumaya benzer bir yan var. Gerçekleşmiş olaylara bakınca “tabii ki böyle oldu” deriz; sanki her şey kaçınılmazmış gibi görünür. Oysa gerçekte pek çok tesadüf bir araya gelmiştir — ama biz bunları görmezden geliriz.
Bizim hayatımız da böyledir. İçine doğduğumuz aile, kültür, ülke, din, gelenekler, ebeveynlerimizin psikolojik durumu, genetik yapımız… hepsi yaşamımızı belirler. Ama tüm bunlardan yalnızca biri bile değişse, neredeyse tamamen farklı bir hayat yaşayabilirdik. Ailemizin biz üç yaşındayken boşanması, anne ya da babamızdan birinin ölmesi, çok küçük yaşta ülke değiştirmemiz, bizden önce olması gereken bir hamileliğin düşükle sonuçlanmaması… Olasılıklar sonsuzdur.
Uzun konu ama aslında söylemek istediğim şu: Hayatımızın verili, zorunlu, belirlenmiş olduğunu söylüyoruz; fakat aynı hayat kolaylıkla bambaşka da olabilirdi. Sonuçta biz bir “ürün”üz, bir “sonuç”uz. Önemli olan “şöyle olsaydı böyle olurdu” demek değil. Önemli olan şu: Bu hayatı bir kez yaşadık ve geriye dönüp değiştirme şansımız yok. Oldu, bitti, geçti. Belki milyonlarca ihtimal içinden sadece biri başımıza geldi — ama o geldi bir kere. Geri dönüşü yok.
sayfa 122
Verili yaşam örüntümüzü (Destinymizi) ne ölçüde yaşayabilirsek, o ölçüde bir tatmin ve başarma duygusu deneyimleriz; gerçekten olmamız gereken kişiye doğru ilerlediğimize dair bir inanç hissederiz. Bu, özgünlük (authenticity) deneyimidir: Kendimizi evrenle uyum içinde hissederiz ve gerçek özgürlüğe sahip olduğumuza dair bir kanaate varırız.
Yorumum
Bu noktada işler gerçekten karışıyor. Sanki geçmişten bağımsız olarak “yaşanması zorunlu olana doğru bir kayış” varmış gibi bir his oluşuyor. Çok sınırda ve tartışmaya açık bir değerlendirmeye geldik. Şimdi açıkça soralım: Rollo May tam olarak neden bahsediyor?
İçine doğduğumuz, koşulları önceden belirli bir dünyadan geldiğimizi; bazı şeyleri değiştirme gücümüz olmadığını, fakat belli bir noktadan sonra kendi ayaklarımız üzerinde durabileceğimizi tespit ettik. Verili Yaşam Örüntüsünün (destiny) boyutlarını, düzeylerini ve katmanlarını konuştuk. Peki şimdi “verili yaşam örüntümüzü yaşamak” (to live out our destiny) dediğimizde ne kast ediyoruz?
Sınırlarımızı bilerek bu sınırlar içinde kalarak yaşamak mı? İçine doğduğumuz koşulların sunduğu imkânları fark etmek ve hayatımızı bu doğrultuda kurmak mı? Bu çerçeve içinde kendi yönümüzü yaratmak mı? Sahip olduğumuz kapasiteyi hayata geçirmek mi?
Sanırım benim takıldığım temel nokta şu: Bizler üretiliyoruz. Doğa, evrim, genetik, tarih, sosyal yapı, kurumlar, ailemiz… Hepsi bizi şekillendiriyor. Üstüne üstlük hayatımızın en kritik dönemlerinde hiçbir inisiyatif kullanma şansımız olmuyor. Belli bir yaşa gelince, yaşadığımız hayatın yolunda gitmeyen kısımlarını fark ediyoruz ve bu bizi bir arayışa sürüklüyor. Mutlu olmak, iyi hissetmek, becermek, başarmak, üstesinden gelmek istiyoruz. Doyurucu ve anlamlı bir hayat sürmek istiyoruz. Fakat geçmişimizde sorunlar olduğu için, bu isteği gerçekleştirmekte zorlanıyoruz. Ailemiz bizi iyi yetiştirmediğinde, sorunları göremeyen ve çözemeyen insanlar hâline gelebiliyoruz.
Buraya kadar tabloyu çizdik. Birçoğumuz ailemizi suçluyoruz: “Eğer düzgün yetiştirilmiş olsaydım… Eğer sevilmiş, değer verilmiş, saygı görmüş olsaydım… Bugün duygularını tanıyan, kendini olduğu gibi kabul eden, kendine saygı duyan ve değer veren biri olurdum.”
Bu düşüncede bir gerçeklik payı var. Bizim böyle olmamızda doğrudan bir suçumuz yok.
Rollo May burada diyor ki: “Geçmişi, aileyi, koşulları eleştirip yargılayarak vakit kaybetme. Bu senin verili yaşam örüntün. Bu durumun kaçınılmazlığını gör ve yoluna devam et.”
Şimdi yukarıdaki alıntıda, verili yaşam örüntümüzü yaşayabildiğimizde sahici ve özgür bir hayat yaşayacağımız söyleniyor. Fakat bu cümlede sanki verili yaşamın “iyi” olduğu ve bu yaşamı kabul edip sürdürmemiz gerektiği gibi bir his doğuyor; işte bu beni rahatsız ediyor. Çünkü ben verili yaşamı, bize dayatılan hayatı “fark et ve gerekli olduğunda sınırın dışına çık” diye anlıyorum.
Yani verili olanı olduğu gibi kabul etmek, insana dinsel kader anlayışındaki “razı ol” tavrını çağrıştırıyor. İşte bu yüzden Rollo May’in meseleyi karıştırdığını düşünüyorum.
Benim açımdan doğrusu şu: Verili olanı gör; yaşam koşullarını anla ama bunları olduğu gibi kabul etmek zorunda değilsin. Sana zarar veren şeyleri değiştir — elbette gerçekten değiştirebileceklerini. Genetiğini, ülkenin eğitim sistemini, anne babanı değiştiremezsin; ama kendi hayatındaki pek çok unsuru değiştirebilirsin. Eğer değiştiremeyeceğin bir şeyse, o zaman ona karşı tutumunu değiştir.
Mesele tam olarak şudur: Değiştiremeyeceğin şeylerle değiştirebileceğin şeyleri birbirinden ayır ve ona göre bir tutum geliştir.
sayfa 122
Ancak yaşamsal tasarım bastırılıp susturulduğunda, hassas yapılı kişi kendini yabancılaşmış, yapay, sahici olmayan biri gibi hisseder—sanki kendisi değilmiş gibi davranır. Ortega bu konuda şöyle der: “Bu tasarım, kişinin kendi düşünerek oluşturduğu ya da özgürce seçtiği bir plan değildir. Tasarım, zihnin ürettiği tüm düşüncelerin ve iradenin aldığı tüm kararların öncesinde vardır.” Hayat temelde bir dramadır, çünkü insan, hem dış dünyayla hem de kendi karakteriyle, en sonunda tasarımda zaten kim ise onu gerçekte de olabilmek için verilen çetin bir mücadeledir.
Verili yaşam örüntümüzü (Destinimizi) inkâr etme baskımız çoğu zaman güvensizliğimizden, dışlanma korkumuzdan, kaygı ve korkularımızdan, ve kendimizi riske atacak cesareti gösteremeyişimizden kaynaklanır. Bu korkuların kaynağı ise çoğunlukla uyum sağlama baskısıdır: Çoğunluk gibi davranmak daha güvenlidir. Ve bu noktada, bizi çağıran o gerçek, özgün yaşam şekli, yani yaşamsal yönelim, geride bırakılır, unutulur.
Yorumum
Yahu elinde bir tane “destiny” kavramı var; bunu istediğin her bağlamda kullanamazsın ki! Biraz tutarlı olmak gerekiyor. Yukarıdaki alıntıda bahsedilen şey nedir? Destiny konusunda tam bir kafa karışıklığı yaşıyor.
Şimdi destiny bizim dışımızda, etkide bulunamadığımız verili bir düzen mi; yoksa içimizden gelen potansiyel bir güç mü? Ben destiny kavramını insanın iç yapısı için kullanmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Bizler önceden belirlenmiş varlıklar değiliz; üretiliyoruz, şekilleniyoruz, ortaya çıkıyoruz. İçgüdülerimiz, biyolojik ve genetik altyapımız var; yani tamamen boş bir levha (tabula rasa) değiliz, ama tamamen kendi kendimizi yaratan varlıklar da değiliz. Bir altyapıyla doğuyoruz ve bu altyapı şekillendiriliyor. Bu şekillendirmeyi de en çok ailemiz, içinde bulunduğumuz çevre ve toplumsal yapı yapıyor.
Evet, genetik yapımız, beynimiz, zekâ kapasitemiz belirli bir çerçeve oluşturuyor; bu açıdan bakınca bunlar destiny sayılabilir. Fakat bu özelliklerin nasıl şekilleneceği tamamen bizim verili yaşam örüntümüze, yani içinde doğduğumuz koşullara bağlı. İnsanın mizaç olarak içine kapanık, öfkeli, heyecanlı, utangaç ya da hareketli olması iyi ya da kötü özellikler değildir; sadece hayata tutunma biçimlerimiz. Zaten bu dünyaya herkes “alfa” özelliklerle gelmiyor.
Sorun şu: Eğer sen insanın içsel yapısının dış dünya tarafından, zorunluluklar tarafından şekillendirilmediğini söylersen ve iç potansiyelimizi de destiny olarak adlandırırsan, bunun anlamı ne olur? Rollo May, anlaşılan, bu kavramı kafasına estiği her yere kullanabileceğini düşünüyor.
******
Şu konuda haklı: Bizler bir potansiyelle dünyaya geliyoruz. Asıl mesele, bu potansiyelin — yani gizil gücün — ne ölçüde ortaya çıkabildiği. Sorun potansiyelin varlığında değil; bu potansiyeli hayata geçirip geçiremediğimizde. Bu tespitte bir problem yok.
Sorun şu noktada başlıyor: Bu yaşam tasarımı bastırıldığında, susturulduğunda sorun ortaya çıkıyor. Ve kritik nokta şu: Bu bastırmayı biz yapmıyoruz; biri, birileri ya da sistem yapıyor. Yani bizi bastıran şey bizzat verili yaşam örüntümüzün kendisi.
Rollo May şöyle diyor: “Verili yaşam örüntümüzü (destinimizi) inkâr etme baskımız çoğu zaman güvensizliğimizden, dışlanma korkumuzdan, kaygı ve korkularımızdan, ve kendimizi riske atacak cesareti gösteremeyişimizden kaynaklanır.”
Bu tespit baştan aşağı yanlış. Bizler “verili yaşam örüntümüzü inkâr etmiyoruz.” Aksine verili yaşam örüntüsü bizi bastırıyor. Bu yüzden kendi potansiyelimizi göremiyoruz, geliştiremiyoruz. Eğer biz güvensizsek, dışlanma korkusu taşıyorsak, kaygılıysak, sürekli tehdit altında hissediyorsak bunun nedeni zaten verili yaşam örüntümüzdür. Biz verili yaşam örüntümüzü neden inkâr edelim ki? Potansiyelimize ulaşamamışsak, kaygılıysak, cesaretsizsek, kendimizi ifade edemiyorsak bunun sebebi “destiny’i inkâr etmemiz” değil; destiny’nin kendisinin bizi bastırmış olmasıdır.
Rollo May bu noktada tam bir kafa karışıklığı yaratıyor. Aynı kavramı hem sebebe hem sonuca kullandığında ortaya böyle bir tutarsızlık çıkıyor.
sayfa 123-125
Biz çoğu zaman kaderin “kötü” çağrışım yapan yanlarını kader (fate), yapıcı ya da olumlu yanlarını ise yazgı (destiny) olarak ayırma eğilimindeyiz. Martin Buber de kader üzerine önemli şeyler söylemiş olsa da, Ben ve Sen adlı eserinde “kader iradesinden” kaçınıp “yazgı iradesini” seçmek gerektiğini söylerken benzer bir ayrım yapar. O, “kaderle belirlenmiş keyfi irade” ile “yazgıya uygun özgür irade” arasında ayrım yapar. Ancak bu ayrım yazgıyı zayıflatır ve onu tatsızlaştırır. Çünkü yazgı kavramı, daha önce belirttiğimiz gibi, iyi ve kötü gibi ahlaki ölçütlerden daha önce gelir. Buber’in de dediği gibi: Ahlakın ‘olması gereken’i, zihnin bölgesine aittir; fakat yazgının ‘olmak zorunda olan’ı, varoluşumuzun en derin ve temel katmanında yer alır.
Yazgının gücünü deneyimleyebilmek için olumsuz kader öğesi ile olumlu yazgı öğesini birlikte kabul etmemiz gerekir. Hitler, Alman halkı üzerinde gücünü “yazgı” kavramını kullanarak kurdu; bu güç şeytansı olsa bile, “Alman ulusunun yazgısı” derken kavramı teknik olarak doğru kullanıyordu. “Şeytan da kutsal metin alıntılar.” sözünün neden söylendiği burada daha iyi anlaşılır.
Yorumum
Hah, işte tam da burada işler karışıyor. Sen kalkıp binlerce yıllık “kader” kelimesini bu bağlamda kullanırsan, böyle arada kalırsın. Yok efendim fate ile destiny arasında fark varmış… Bu farkın bu sorunu çözmeye yetmeyeceğini görmek bu kadar mı zor? Burada yepyeni bir kavrama ihtiyaç olduğunu fark etmemek gerçekten büyük bir eksiklik.
Destiny yerine yeni bir kavram yaratsan:
belirlenmiş koşullar,
verili yaşam örüntüsü,
zorunlu yaşam matriksi,
kaçınılmaz yaşam,
yaşam örüsü
sadece örüntü
hatta sadece “örü” bile olabiilir
Bunlardan biriyle ifade etsen, sorun kendiliğinden ortadan kalkacak. Yapman gereken şey çok basit: Kendi tanımını oluşturacaksın ve bu tanımı sana uyan özgün bir kavramla ifade edeceksin. Hepsi bu.
sayfa 123-125
Verili yaşam örüntüsü (Destiny) ve özgürlük bir paradoks oluşturur; birbirine karşıt görünseler de biri diğerini var eder—tıpkı gece ve gündüz, yaz ve kış, tanrı ve şeytan gibi. Verili yaşam örüntüsü (Destiny) ile yüzleştiğimiz yerde olasılıklarımız ve fırsatlarımız doğar. Verili yaşam örüntüsü ile aktif olarak mücadele ettiğimiz yerde ise özgürlüğümüz doğar; tıpkı gün ışığının gecenin içinden yükselmesi gibi.
Verili yaşam örüntüsü, insanı zincire vuran bir ağırlık değildir. Evet, Shakespeare’in dediği gibi: “Sonumuzu şekillendiren ilahi bir güç vardır; Biz ancak kaba taslak yontarız.” Ama aynı Shakespeare şunu da söyler: “Suç, sevgili Brutus, yıldızlarımızda değil, bizdedir— Biz köle olmayı seçeriz.”
Bu iki ifade çelişkili görünür ama aslında bir paradokstur. Özgürlük, verili yaşam örüntüsünün (destinynin) yokluğu değildir. Eğer ölüm, hastalık, sınırlarımız ve yeteneklerimiz olmasaydı, özgürlük de gelişmezdi.
Özgürlük ve Verili yaşam örüntüsü birbirini gerektirir: Verili yaşam örüntüsü değişirse özgürlük de değişir; özgürlük genişlerse Verili yaşam örüntüsünün biçimi de yeniden tanımlanır. Hegel’in terimleriyle: Tez → Verili yaşam örüntüsü Antitez → Özgürlük Sentez → İkisini aşan yeni benlik
Özgürlük, Verili yaşam örüntüsü ile mücadele içinde bilenir. Verili yaşam örüntüsü ile yüzleşme süreci dayanma gücünü, coşkuyu, hayal gücünü ve insan olmanın tüm yaratıcı kapasitesini ortaya çıkarır. Virgil’in dediği gibi: “Her birimiz kendi Verili yaşam örüntüsünü çeker.” Bu nedenle uygarlık ve yaratıcılık Verili yaşam örüntüsü ile özgürlüğün etkileşiminden doğar. Karl Jaspers da bunu doğrular: “Özgürlük ve zorunluluk, varoluşumuzun kendisinde birleşir. Her seçim, benim gerçek benliğimin yeni temelini kurar.”
Bu yüzden özgürlük üzerine paradoksal ifadeler vardır: Hannah Arendt: “Doğmuş olmanın kendisi, özgür olmaya mahkûm olmaktır.” Sartre: “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.” Ortega y Gasset: “İnsan, zorunluluğu özgürlüğe çevirmekle yükümlü olandır.”
Yorumum
Çok uzun yazmayacağım; derdimi zaten anlattım. Kitap boyunca “kader” kelimesine takılı kaldım. Özellikle bu sayfalarda konu iyice karmaşıklaştı. Bir de “vital design” kavramı devreye girince işler daha da karıştı. Ben ise kendi kafamda meseleyi çözdüm: Destiny geçen yerler benim için “yaşamın verili örüntüsü” anlamına geliyor. Bu kavramın içinde belirlenmiş, zorunlu, kaçınılmaz ve değiştirilemez hayat koşulları bulunuyor. Aslında Rollo May derdini iyi anlatmış; destiny’nin farklı boyutlarını da güzel işlemiş. Ama keşke yeni bir kavram üretmeyi akıl etseymiş. Belki İngilizcede “destiny” kelimesi bu kadar kafa karışıklığı yaratmıyordur, ama kesinlikle Türkçedeki “kader” kelimesi bu anlama uymuyor.
Alıntının içeriğine de değinmek istiyorum. Zorunlu olan, yani bizim etkide bulunamayacağımız bir örüntü içinde özgür olabilmek için kafa yormak gerekiyor. Sana verili olanın farkında olman gerekiyor. Çoğu insan sorgulamadan yaşıyor; kendisine verileni olduğu gibi kabul ediyor. Fakat sorun şu ki bu kabul bilinçli değil. Balığın denizde yüzüp suyun farkında olmaması gibi… İnsanlar sadece yaşıyor; içine doğdukları dünya üzerine düşünmüyorlar.
Aslında yaşadığımız sorunların kökeni de bu değil mi? Başımıza gelen her şey — ister zorunluluktan ister kendi seçimimizden kaynaklansın — bir şekilde yaşandı. Önemli olan, yaşadıklarımızın hangisinin bizim seçimimiz, hangisinin zorunluluğun sonucu olduğunu ayırt edebilmek. İşte bu yüzden ezbere yaşamamak gerekiyor. Ben buna “otomatik pilotta yaşamak” diyorum.
Başımıza gelen zorunlu şeylerle tercih edilebilir şeyleri net biçimde göremediğimizde, hangi alanlarda hâkimiyet kurabileceğimizi de bilemiyoruz. Bir hayat geliyor başımıza; ama bu hayat nasıl geliyor, neden geliyor, anlamamız gerekiyor. Biz ne ölçüde edilgeniz, ne ölçüde etken olabiliriz; ne zaman edilgen kalıyoruz, ne zaman seçim yapabiliriz? Benim anladığım, edilgenlikten etkenliğe geçiş özgür olmak demek.
Özgür olabilmek için önce durup düşünmek gerekiyor: Ben ne yaşadım? Şu anda ne yaşıyorum? Neden yaşadım? Neden yaşıyorum? Bu yaşamın ardında, önünde, gerisinde ne var? Yani tesadüfen değil, bilinçli olarak yaşamak özgür olmak demek. Başkalarının bana dayattığı hayatı değil, kendi seçimlerimi yaşamak özgür olmak demek. Ama bunun için önce bana dayatılan hayatı görmem gerekiyor. Adına destiny diyelim, verili yaşam örüntüsü diyelim… Ne dersek diyelim, bir şekilde bize dayatılan bu hayatı görmek zorundayız.
Bu dayatmayı göreceğiz ama kızmadan. Göreceğiz ve anlayacağız. Anlayacağız ki başımıza neler neden gelmiş fark edelim. İşte o zaman hayatımızın iplerini elimize alabiliriz.
Bu dijital illüstrasyon, karanlık mavi tonlarda derin bir arka plan üzerinde konumlanmış, ince altın çizgilerle dokunmuş bir insan silüetini gösterir. Figür, geniş bir küresel çemberin içinde durur; bu çember hem koruyucu hem de sınırlayıcı bir alan hissi yaratır. Arka plan, karmaşık geometrik desenlerden, ağ benzeri çizgilerden ve çatlak dokulardan oluşur—bunlar “verili yaşam örüntüsü”, “deterministik yapı”, “kader matriksi” gibi kavramları temsil eder. Silüetin gövdesi de aynı ağ dokusundan oluşturulmuştur; bu, insanın kendi kaderinin malzemesinden inşa edilmiş olduğunu sezdirir. Kürenin bir noktasından içeri sızan çok ince bir ışık çizgisi, zorunlu yaşam koşullarının içinde mevcut olan özgürlük olasılığını simgeler.









Yorumlar